Tarihyazımı ve Annales Ekolü’nün Doğuşu - NovaSofya

Tarihyazımı ve Annales Ekolü’nün Doğuşu

Dünya tarih yazıcılığında son dönemde etkisini bir hayli arttıran Anneles Ekolü, tarih biliminde adeta yeni sahaların kapılarını açtı. Coğrafya, sosyoloji, ekonomi, psikoloji gibi muhtelif ilimlerle işbirliği yapan bir tarihçilik anlayışını benimseyen bu ekol, kısa zamanda neredeyse tüm modern tarihçileri etkisi altına aldı. Coğrafya biliminin tarih yazımında ne denli ehemmiyet barındırdığını Zeki Velidi Togan şu sözlerle ifade etmişti: “Coğrafyanın tarihe yardımcı bir ilim olması izaha muhtaç değildir. Coğrafyaya dayanmayan bir tarih kitabı tarih değil roman sayılır.” Bu noktada coğrafya ilminin tarihin bir ikiz kardeşi olduğu bilinmekteydi; oysa Anneles ekolü tarihçileri, coğrafya, ekonomi, sosyoloji vb. bilimleri harmanlayıp yeni bir tarih yazıcılığı anlayışı yaratmışlardı.

               “Büyük adam” tarihçiliğine karşı bir tutum sergileyen ve “halk, kültür, sosyo-ekonomi” gibi hususlara yönelen bu ekolün temelleri, Aydınlanma dönemine dek uzanmaktaydı. Nitekim Aydınlanma devrine dek hâkim olan tarihçilik anlayışı, tarihte büyük işler başarmış büyük insanların araştırma konusu edilmesi yönündeydi. Aydınlanma döneminde bu anlayışa karşı ilk itirazlar oluşmuştu. Örneğin Voltaire, sosyal ve ekonomik tarihçiliğin ilk çalışmalarını ortaya koymuş, teolojik bir tarih anlayışına karşı çıkmıştı. Tarihçinin artık bir teolog, bir masalcı gibi davranarak, tek tek olaylarla ilgilenmek yerine, halk ve ulus tine sahip olduğundan, ulusun, topluluğun yaşamıyla ilgili değerlere, ahlak ölçütlerine ve geleneklerin ifadesi olan genel niteliklere yönelmesi gerektiğini savunmuştu. Onun bu tutumunun en bariz örneği şu cümlelerinde yatıyordu: “Yalnızca kralların tarihi yazıldı, ulusun tarihi hiç yazılmadı. Sanki 1400 yıldır Galya’da yalnızca krallar, bakanlar ve generaller vardı da bizim adetlerimiz, yasalarımız, geleneklerimiz, ruhumuz bir hiç miydi?”

               Ahmet Cevizci’nin Aydınlanma düşüncesinin en mühim mümessillerinden biri olarak nitelendirdiği David Hume, İngiltere Tarihi adlı eserinde İngiltere tarihini bütünsel bir şekilde ele almıştır. Hume, zaman zaman krallara, topluluklara göre kıyaslamalarda bulunmuşken, iktisadi mevzularda da rakamsal verileri analizlerinde kullanmıştır.

               Yine tarihin irdelenmesini bir bütün olarak ele alan diğer filozof İmmanuel Kant’tır. Ona göre tarih, rasyonelliğe doğru ilerleyen bir süreçtir. Bu ilerlemeyi incelemek için insanlığın gelişimini bir bütün olarak analiz etmek gerekir. Tarihin hedefi insanın ahlak yasalarına göre davranışlar içinde olduğu ve özgürlük içinde yaşadığı bir toplumsal sisteme ulaşmaktır. Bu bağlamda Kant, tarihi bir bütün olarak algılamış; salt kralların, hanedanların ve devletlerin ele alındığı bir tarihçiliğin; insanlığın inkışafını tam olarak yansıtamayacağını düşünmüştür.

               Tarihçiler arasında tarihi diğer bilim dallarıyla birlikte incelemeye dair ilk girişim Edward Gibbon tarafından yapılmıştır. Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı eserinde Gibbon, sorun odaklı bir yaklaşımla Roma İmparatorluğunun çöküşünü araştırmış, analizini tefekkürden inanca, buradan iktisadi duruma, yaşayış tarzına ve askeri yapı gibi çoklu nedenlere göre oluşturmuştur.

               XIX. yüzyıla tarih yazımı açısından önemli bir asırdır. Bu yüzyılda tarih, salt spekülatif nitelikli tarih felsefeleri bağlamında değerlendirilmiyor gerek tarih metodolojisinde gerekse tarih konu seçiminde değişimler üzerinde duruluyordu. Tarihçiler, tarihin bilim olduğunu ispat etmeye çalışıyor; birincil kaynaklar kullanıyor, arşivlere yöneliyor, uzmanlaşmanın sağlanabilmesi için tarihi üniversitelere yerleştiriyorlardı. Tarihin profesyonelleşmesi Bilimsel söylem tarzını beraberinde getiriyordu. Bilimsel tarihin gelişiminde yapı taşlarından biri olan Leopold von Ranke, tarihin yorumsuz yazılması gerektiğini iddia ediyordu. Böylelikle o, modern tarihyazımının kurucusu haline gelmişti. Ranke’ye göre, tarihçi işini yaparken her türlü siyasi gaye, felsefi amaç, ahlaksal değer ve tutumlardan bağımsız bir şekilde ve tarihin amacının geçmişin yargıçlığını yapmak veya ahlak dersi vermek olmadığının bilinciyle, sadece tarihsel olguları “nasıl idiyseler öylece” değerlendirmelidir. Tarihçinin araştırmasında, seçiminde ve sunumunda irrasyonel veya bilinçsiz bir motivasyon olup olmadığı önemlidir. Öncelikle politika ve dış siyaset üzerine çalışması gereken tarihçi sadece gerçekte olduğu gibi şeyleri yazmalıdır. Olayları objektif olarak ele almak, belgeleri eleştiriye tabi tutmak, olayları nasılsa öyle aktarmak gibi ilkelerin sistematik öncüsü Ranke için, tarihçi bu düşünceler paralelinde yöntemsel olarak da tarihi olguları kendi koşulları içinde değerlendirmeli ve eleştirel tekniklerle birincil el kaynakları kullanmalıdır. Ona göre, tarihte etkili olan güçleri soyut kavram ve terimlerle anlamanın yolu yoktur, tarihteki özellikle siyasi anlatıda-vakanın yeniden kurulmasında dikkatli bir belge değerlendirmesi yeterlidir. Gerçeği ortaya koymak anlamında “gerçeği olduğu gibi göstermek” demek, tarihsel gerçeklerin bağımsız, atomik ve gözlemcinin durumuna tamamıyla kayıtsız olabilen doğabilim gerçeklerine benzetmektir. Doğabilimci incelemelerini, tüp, mikroskop ve deneysel yöntemlere göre oluştururken; tarihçi de arkeolojiden, dilbilimden yararlanarak, metinlere dikkatlice, eleştirellik içinde yaklaşabilmelidir. Ranke için, tarih mutlaka belgelerin eleştirilerine tabi tutularak yazılmalıdır. Aynı zamanda o, tarihçilerin tarihsel bilginin üretimi için arşivleri en önemli unsur olarak nasıl değerlendirmesi gerektiğine dair örnek çalışmalar sergilemiştir.

Tarih disiplininde Ranke, bu konuda öncü olup tarihi her türlü felsefeden, siyaset biliminden, sosyolojiden ayırıp kendine yeterli bir bilim haline getirmek istiyor, sosyal tarih aleyhine gelişen siyasi tarihin uzmanların işi olduğunu, kültür, sosyal, sanat tarihinin ise amatörlerin alanı olduğunu düşünüyordu.

Genel olarak Ranke, birincil kaynaklara aşırı değer veren tutumun yansıması olarak arşivlere dayalı çalışmaları ön plana çıkartmış, bunun yanında tarihsel konuları sosyal, kültürel tarih aleyhine, olay odaklı siyasi tarihin ise lehine çevirmiştir. Bu durum öyle bir nitelik kazanacaktı ki 20. yüzyıl ikinci yarısında İngiliz Marksist tarihçi Eric John Ernest Hobsbawm (1917-2012), ekonomik ve toplumsal tarihe yakınlaşmayı Rankeci tarzlı tarih yaklaşımından uzaklaşma olarak değerlendirecekti.

19. yüzyıl sonlarına doğru Rankeci tarihyazımı önemli ölçüde kabul görse de bu tarihçilik anlayışına çeşitli açılardan itirazlar da yükseliyordu. Bu itirazlar tarihin profesyonel bir disiplin olmasına ve böylece bilimselliğe ulaşması gerektiği yönündeki düşüncelere değil, yukarıda da ifade edildiği gibi daha çok tarihçilerin tercih ettikleri konulara yönelikti. Amerikalı tarihçi George Gerson Iggers’e göre (1926-2017) de üniversitelerdeki kurumsallaşmış tarihyazımın siyasal tarihçiliğe dayalı önyargıları sorgulanıyor, modern tarihin konusunun genişletilmesi, toplumun, ekonominin, kültürün daha fazla yer edinmesi ve tarihin ampirik yani deneye dayalı sosyal bilimlerle daha yakından ilişki içinde olması savunuluyordu. Almanya’da ise Karl Lamprecht, Rankeci tarihçiliğin politik ve birey odaklı tarihe odaklanmasını kabul etmiyordu. İnsanın çok çeşitli faaliyetlerinin tarihi, bütünsel bir biçim ve anlaşılır bir yapıda nasıl bir araya getirebileceği sorusu tarihçinin temel problemiydi. 19. yüzyılın sonlarında Almanya’nın en önemli kültür tarihçisi olan Lamprecht, kurumsallaşma sürecindeki Alman üniversitelerinde bilimsel psikoloji, sosyoloji, antropoloji, sanat tarihi gibi disiplinlerin bulgularını tarihe dâhil etmek için çabaladı. Tekillikten ziyade genelleştirici yöntemi savunan Lamprecht, kültür tarihçiliğinin önemsenmesi gerektiğini, bir sonraki asırda daha da fazla önemi artacak olan disiplinlerarası işbirliğine tarihçilerin de yönelmesinin elzem olduğunu düşünüyordu.

Almanya’da Rankeci tarih anlayışına karşı çıkan isimlerden bir diğeri Lucien Febvre’ün (1878-1956) “ustalarından birisi” olarak göstereceği Jacob Burckhardt’tı. Tarih bilimlerin en az bilimsel olanıdır diyen yazar; tarihi devlet, din, kültür arasındaki etkileşimin alanı olarak görmüştür. Tarihçiye göre insanlık âleminde ezelden beri düzeni sağlayan üç unsurdan biri olan devlet, yanlış modeller doğrultusunda gelişiyorken din de etkisini yitirmiştir. Değerlerin zamanla biraz daha aşındığı bu devirde modern insana manevi dayanak olarak sadece kültür kalmıştı ve böylece tarihçi siyasetin, diplomasinin ve savaşın geniş olmayan sınırlarını bertaraf ederek, sanat, düşünce ve edebiyat alanlarına uzanan kültür tarihini tercih etmişti. Olaylar silsilesini izleyen anlatıya dayalı bir tarihten ziyade, 1930’lar ve 1940’larda Marc Bloch (1886-1944) ve Fernand Braudel’in (1902-1985) belli bir zamana göre incelenen koşullara dayalı tarihçilik anlayışının benzeri Burckhardt’da da bulunuyordu.

Fransa’da e Febvre, Braudel gibi Annales tarihçilerince de önemsenen Fransız Jules Michelet, “ıstıraplarını dile getirme gücünden yoksun bir halde ıstırap çeken, çalışan, çürüyen ve ölen insanların tarihinin“  yazılmasının çağrısını yapıyordu. Bütünsel bir tarihi meydana getirmek isteyen Michelet, yaşamın gerçeklikleriyle ilgili tüm paydaşları ortaya koyarak, cadılar, sapkınlıklar, dışlanmış olanlar ve halk kültürüyle ilgilenen ilk tarihçi olur. 19. yüzyılda Ranke’nin tarihyazımında prensip olarak benimsettiği “belgelere başvurarak” tarihçilik yapma ilkesi Michelet için de geçerliydi. Ancak o “Fransız ruhu”nu yakalamak için yazılı olmayan kaynakları da kullanmayı benimsiyordu. Keza yoksul, fedakâr, sadık halkın tarihini yazarken, onların arasına karışıyordu. Böylelikle o sözlü tarihi de kullanıyordu. Neticede Michelet, Annales ekolünün bir selefi olarak nitelendirildi.

XX. yüzyılda “Büyük adam” tarihçiliği kavramında simgeleşen olay-siyasi odaklı tarih anlayışına itirazlar salt Avrupa’dan değil aynı zamanda dünyanın her bir yanından da ortaya çıkmıştı. Sadece Fransa, Belçika, Birleşik Devletler, İskandinavya’da değil Ranke’nin ülkesi Almanya’daki tarihçiler bile Rankeci paradigmayı eleştirmeye, toplumsal ve ekonomik etkenleri de hesaba katan bir tarih anlayışını savunmaya başladılar. Böylelikle kitleler tarih yazımında yer almaya başlamıştı. Bu da Annales ekolünün doğmasına zemin hazırlayan süreçti. Sosyolog Emile Durkheim, sosyoloji ve tarih arasındaki yakınlaşmayı teşvik ediyordu. Fransız tarihçi Fustel de Coulanges’in “gerçek sosyoloji tarihtir” önermesini sunuyordu. Durkheim gibi Herbert Spencer de “büyük adamların biyografilerinin toplum bilimine herhangi bir ışık tutmadığını” yazmıştı. Henri Berr, tarihin aşağıdan yani toplumdan yukarıya doğru yazılması gerektiğini savunuyordu. Tüm bu koşullar çerçevesinde Lucien Febvre ve March Bloch 1929’da Annalesd’Histoire Economique et Sociale (Ekonomi ve Toplumsal Tarih Yıllıkları) dergisini çıkardı. Kendilerinden önceki tarihyazım anlayışına yönelik eleştirilerden beslenen ilk kuşak Annales tarihçiler, tarihyazımında olay-siyasi odaklı tarih anlayışı yerine mümkün olan tüm insan faaliyetlerini konu edinilmesini, tarihçilerin diğer disiplinlerden yararlanması gerektiğini ayrıca analitik ve sorun odaklı bir tarihyazımını savunuyorlardı.

Lucien Febvre’nin ilk önemli çalışması ve doktora tezi, Phillippe II et la Franche-Comte (Paris, 1912) siyasi, dini ve toplumsal tarihle ilgiliydi. Febvre’ün tezinde etkili olan bir unsur da bölgenin coğrafyasıyla ile ilgili girişti. Tezin giriş bölümü, Braudel’in La 2. Philippe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası’nın bir benzeriydi. Eser, coğrafi şartların bir bölge üzerindeki etkisini anlatmakla başlıyordu. Siyasi gelişmelere, sosyodemografik durumlara, dine ve zihniyete odaklanan çalışmada coğrafyanın bölge üzerindeki etkileri salt betimsel coğrafya niteliğinde değil, coğrafi-tarih mantığı içinde irdelenmişti. Febvre’ün tarihsel coğrafyaya ilgisi sadece Franche-Comte’a değil La Terre et L’Évolution Humaine (Dünya ve İnsan Evrimi) başlıklı çalışmasına da yansır. Febvre, bu eserde öncelikle “coğrafi etki sorunu”na değinir. Toprak ve toplum ilişkileri sorununun ele alındığı çalışmada, Febvre’e göre, bir bilimsel sentez çalışmasında genel coğrafi girişin olması önemlidir.

Febvre, hocası Paul Vidal de La Blache’in bir diğer coğrafyacı olan Ratzel ile coğrafi-determinizm insanın eylem özgürlüğü konusunda yürüttüğü tartışmada Blache’den yana tavır koyarak tarihte zorunlulukların değil, yalnızca olabilirliklerin söz konusu olduğunu savunur. En nihayetinde insanların ve toplumun seçimini belirleyen etken, fiziksel çevreden ziyade, daha çok hayat tarzları ve tutumlardır. Febvre’ün yetişmesinde farklı bir açıdan önem taşıyan isim, Alman coğrafyacı Ratzel idi. Ratzel beşeri coğrafyanın başka bir öncüsüydü; ama Vidal de la Blache’den farklı olarak, fiziksel çevrenin insanın kaderi üstündeki etkisine daha çok ağırlık veriyordu. Coğrafi belirlenimcilik ile insanın eylem özgürlüğü arasındaki bu tartışmada Febvre, Vidal’i destekleyerek belli bir çevrenin dayattığı koşullara çeşitli tepkiler verilebileceğini vurgulayarak Ratzel’i eleştirdi. Febvre’e göre bir ırmağı toplumun biri engel olarak görürken, başka bir toplum onu yol olarak değerlendirebilirdi. İnsan-coğrafya etkileşiminde, insan kendisine coğrafya tarafından dayatılan koşullardan herhangi birini seçebilir, bu koşulları dönüştürebilir, bundan dolayı çevre karşısında insan özgürlüğü kabul edilebilir.

Febvre gibi coğrafi tarih ile ilgilenen Bloch ise Fransa’nın yirmi altı bölgesinden biri olan ve ülkenin kuzeyinde yer alan Île-de-France bölgesi hakkında 1913 yılında bir inceleme kaleme alır ve burada coğrafyanın toplumun gelişimindeki etkisini vurgular.

Braudel, önemli pozisyonlarda bulunduğu bu faaliyetlerden önce disiplinler arası çalışmanın ne kadar önemli olduğunu 1958’de yazdığı “Histoire et Sciences Sociales: La Longue Druée (Tarih ve Toplumsal Bilimler: Uzun Süre)“ makalesinde belirtiyordu. Öncelikle toplumsal bilimlerin iş birliği içinde olmaları gerektiğini aksi durumda gelişemeyeceklerinin altını çizen Braudel, tarihin diğer toplumsal bilimlerden çok şey öğrendiğini, tarihin de onlara çok şey öğretebileceğini ifade eder. Braudel’e göre, esasen toplumsal bilimler her ne kadar kendi sınırları içinde kalıyor gibi görünseler ve bunu dileseler de aslında sürekli birbirlerinin sınırlarını ihlal ederler. Ona göre tarih de dahil olmak üzere tüm toplumsal bilimler birbirlerinden etkilenirler. Benzer dili konuşurlar ya da konuşabilirler. Bununla birlikte disiplinler arası alışverişte tarihin bir üstünlüğü vardır. Zira tüm toplumsal bilimleri koşullayan şey zaman olduğundan tarih merkezi bir konumdadır. Ona göre “zaman, süre ve tarih kendini tüm beşeri bilimlere fiilen dayatır ya da dayatması gerekir.

Her şeyi birbirine bağlı ve ilintili gören Braudel’in tarih anlayışında da her şey birbirini etkiler. Braudel’e göre, toplumsal bilimleri oluşturan bilimlerin hiçbiri tek başına evreni tanıyamaz. Disiplinlerarası çalışma ise tüm disiplinlerde yetkinleşmek değil, farklı disiplinlerin gerekli yöntem ve çıktılarını kullanabilmektir. Braudel sadece sosyolojiyle değil, coğrafya, nüfus bilimi, iktisatta da özel vurgu yapar. Tarih disiplinin iktisattan devreler, ara devreler, devrevi hareketler (safhaları beş, on, yirmi, ellli yıla kadar uzanmaktadır) gibi pek çok kavram aldığından da bahseder. Coğrafyanın eserlerinde önemli etkisi olan Braudel’e göre yine de coğrafi belirleyiciliğin her şeye tek başına egemen olmadığının kanıtı, Afrika’nın yalnızca bir parçasını işgal eden kara kıtanın sınırlarının, marjinal alanlarının incelenmesiyle hemen ortaya çıkmaktadır. Kara kıtanın anlaşılması konusunda, coğrafya, tarihin önüne geçmektedir. Coğrafya tek başına yeterli olmasa da gene de daha anlamlıdır.

Her zaman mekân, tema, disiplinler arasında bütünselliğe ulaşmaya çalışan Braudel, Akdeniz Dünyası’nda da bu amacını gerçekleştirmeye çalışır. Yaptığı karşılaştırmalar ile hem Akdeniz’i çevreleyen ülkelerin sosyal, ekonomik, kültürel özgünlüklerini hem de farklılıklarını göstermeye çalışsa da yine de Akdeniz’i bir bütün olarak görür. Esasen çalışmalarında bütünselliğe ve global ölçekli tarihe ulaşmaya çalışan Braudel, bundan dolayıdır ki karşılaştırmalara sürekli başvurur. Braudel, Akdeniz Dünyası’nda salt Akdeniz’i bir bütün olarak incelemekle kalmıyor aynı zamanda Akdeniz’in sınırlarını da aşıyordu. Braudel’in mekân düzlemindeki bütünsel tarih anlayışı global tarih anlayışına dönüşüyordu. Akdeniz tarihi, sadece Akdeniz’le kalmıyor Sahra’ya, Atlantik’e uzanıyordu. Akdeniz’i parçalı değil bütün olarak incelemek istediğini ifade ederek aynı zamanda geleneksel tarihyazımın da tarihi parçalamasına yönelik tarzını eleştirir. Akdeniz Dünyası’nın sonuç kısmında Braudel, üç farklı zamansallığa tekabül eden coğrafi, birey-olay tarihin iç içe olduğunu vurguladıktan sonra bundan dolayı da amacının bütünsel tarihe ulaşmak olduğunu bir kez daha vurgular.

Akdeniz’i her zaman bütün olarak gören Braudel açıklamalarında da bütünseldir. Tekrar kaydedilmesi gereken altın kural: Herşey herşeyi etkiler. Braudel’in coğrafya-iklime verdiği önemin de sayfalarca yer tutması bundan dolayı anlaşılır bir tercihtir. Zira iklim sadece ekonomi, toplumu, siyaseti değil kültürü de zihniyeti de etkiler. Akdeniz’in fazla verimli olmayan iklim ve bitki yapısı, Akdeniz coğrafyasında yer alan insanların azla yetinme yönündeki zihniyetlerini dahi etkilemiştir. Braudel’de coğrafya her zaman önemlidir çünkü coğrafya siyaseti olduğu kadar ekonomiyi de etkiler.

Bir yanıt yazın