Keşke Hiç Var Olmasaydık: David Benatar ve Var Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı
Hiç var olmadığımız, doğmamış olduğumuz bir senaryoyu düşündünüz mü? Böyle olsaydı her şey daha mı iyi olacaktı? David Benatar ve “Keşke Hiç Var Olmasaydık” eseri neyi ifade ediyor?
Güney Afrikalı kökenli bir felsefeci olan ve Cape Town Üniversitesi’nde felsefe profesörlüğü yapan David Benatar, son dönemde adından sık sık söz edilen isim olmuştur. Nitekim onun Better Never to Have Been: The Harm of Coming into Existence adlı eseri pesimist ve anti-natalist düşüncenin etkin bir temeli haline gelmiştir. 2006 yılında tamamlanan eser, 2018 yılında Cansu Özge Özmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır.
David Benatar’ın temel önermesi, dünyaya gelmenin beraberinde büyük zararlar getirdiği; hayattaki tüm iyi şeylere rağmen, bir insan hayatının bilindiğinden daha fazla kötüyü içerdiğidir. Ona göre herkes varoluştan bir şekilde zarar görür fakat hayat herkes için eşit derece kötü değildir. Var olmak bazı insanlara, diğerlerine nazaran daha çok zarar verir. Hayat ne kadar kötüyse, ondan alınan zarar o kadar büyüktür. David Benatar, bu noktada en iyi hayatların dahi oldukça kötü olduğunu savunur. Burada Donald Cowart hadisesinden örnek verir. Donald Cowart’ın vücudunun üçte ikisi gaz patlaması neticesinde yanmıştır. Aşırı derecede acı verici olan fakat hayatının kurtulacağı tedaviyi reddetmişti. Lakin doktorlar onun isteğini göz ardı ederek onu tedavi ettiler. Hayatı kurtuldu ve tatmin edici bir yaşam kalitesine kavuştu. Oysa yine de, kazadan sonra yaşadığı tüm iyi şeylerin, maruz kaldığı tedavilerin acısına değmediği konusunda fikirlerini değiştirmedi.
Aslında bu hadise bizi doğrudan Schopenhauer’e ulaştırır. Schopenhauer “insan ıssız bir adaya fırlatılmış yalnız bir Robinsondur” der ve içinde bulunulan dünyanın iyi mi yoksa kötü mü olduğunu, hayatın ve varoluşun bir anlamının olup olmadığını sorgulamıştır. Schopenhauer da hayat sürecince yaşanan tüm neşeli ve acı anıların kıyaslamasında acı olan şeylerin daha baskın halde karşımıza çıktığını iddia eder. En küçük bir ızdıraba karşın, büyük bir mutluluk boy ölçüşemez. İnsan her daim acı olan şeyleri daha derin hissetmeye yönelmektedir. Bu bağlamda hayat, küçük acıların büyük mutluluklara baskın geldiği, muhtemel dünyaların en kötüsü olan yerdir. Ona göre her türlü istenç ise küçük acıları yaratır. İsteme, tüm kötülüklerin anasıdır. Nitekim her istek gereksinimden doğar, dolayısıyla her istek eksiklikten ve bundan kaynaklanan acıdan doğmuştur. Acı yaşamın doğrudan ve aracısız nesnesi olmadıkça, varoluşumuz tam anlamıyla amacına ulaşamayacaktır. Dolayısıyla her bir münferit ıstırap öyküsünün bir istisna gibi göründüğü doğru olsa da, genel olarak “ıstırap kuraldır.”
Schopenhauer, ölüm korkusunun irrasyonel bir endişe olduğunu belirtir. Ona göre yaşama arzusu, yaşama karşı duyulan bu bağlılık, bilinçdışı ve kör bir bağlılıktır; akıldışıdır ve tamamen kör bir istemden ibarettir. Akıl ve düşünce, her daim ruhun ölümsüzlüğünü düşünmektedir. Bu düşünce, daha iyi bir dünya ile ilintilidir. Bunun altında yatan temel sebep, yaşadığımız dünyanın yeterince iyi olmadığıdır. Bu bağlamda ölüm, bizi bu dünyanın kötülüklerinden kurtaracak tek iyi şeydir; zira ölen pek çok kişinin yüzündeki memnuniyet ifadesi de bundan kaynaklanır. O halde var olmamak yahut varlığın yok oluşu, var olmaktan iyidir.
David Benatar’a yeniden dönecek olursak, eserinde varlık ile yokluk durumunun kıyaslandığını görürüz. Hiç var olmamanın daha olumlu olduğunu yarattığı şemalarla açıklamıştır. Buna göre;
Senaryo A Arzu var | Senaryo B Arzu yok |
Tatmin edilmemiş (Kötü) | İyi |
Tatmin edilmiş (iyi) | İyi |
Senaryo A X kişisi var | Senaryo B X kişisi yok |
Acının varlığı(Kötü) | Acının yokluğu(İyi) |
Hazzın varlığı(iyi) | Hazzın yokluğu(Kötü değil) |
Bu tabloya göre X kişisinin yokluğu, onun varlığına daha yeğ olmalıdır. Buradaki hazzın yokluğu, kötü olarak yorumlanabilir. Ancak hazzın yokluğu, zaten x kişisinin hiç var olmadığı durumda mahrumiyet anlamına gelmeyecektir. Bu açıdan da hazzın yokluğu “kötü” olarak nitelendirilemeyecektir. Neticede var olmamak, var olmaya karşın avantajlıdır. Buna benzer bir tablo, Schopenhauer’in düşüncesine benzer bir şekilde ifade edilerek oluşturulmuştur:
Senaryo A Arzu var | Senaryo B Arzu yok |
Tatmin edilmemiş (Kötü) | İyi |
Tatmin edilmiş (iyi) | İyi |
Bu tablodan da anlaşılacağı üzere arzunun hiç olmaması, onun var olduğu durumda yarattığı olasılıktan daha kârlıdır.
Eserinin ilerleyen bölümlerinde Benatar, var olmanın ne kadar kötü olduğunu açıklar. Burada var olmanın kötülüğünün herkes için aynı derecede olmadığını belirtir. Ayrıca ona göre kişinin kendi yaşam kalitesini değerlendirmesi güvenilir değildir. Nitekim kendi yaşam kalitesinin olumlu bir şekilde değerlendirilmesinde psikolojik nedenler söz konusudur. Polyanna Prensibi adı verilen iyimser bir eğilim buna örnektir. Yapılan deneylere göre insanlar, hayatlarındaki olumlu olayların, olumsuzlardan daha fazla olduğunu savunmaktadırlar. Bu durum, Schopenhauer’in kıyaslamasıyla çelişir gibi görünse de, Schopenhauer’in kıyasmalasının olumlu-olumsuz olayların çokluğu üzerinden değil; onların bizim üzerimizde bıraktığı etki bağlamında değerlendirildiğini hatırlatmamız gerekir.
Yaşam kalitesini değerlendirmedeki polyannacı eğilim, gelecekte hayatımızın iyi bir şekilde seydereceğine doğan inançtan kaynaklanmaktadır. Geleceğe yönelik olumlu bakış, şu andaki varlığa yönelik fikirlerimizi etkilemektedir. Bu bağlamda bir paradigmanın içerisinde sayılmaktayız (Hayali’nin “ol mahiler ki derya içredir, fakat derya içre olduğunu bilmezler” dizesini de hatırlatalım). Olumlu bakışın bir diğer özelliği, uyumsama ya da alışmadır. Kişi; yaşam standartları kötüleşse de bu yeni duruma adapte olma ve beklentilerini yeni duruma göre tesis etme eğilimine sahiptir. Son etmen ise, kişinin kendi hayatını değerlendirmede, diğer insanların hayatlarıyla kıyaslama içerisine girmesidir. Her halükarda daha kötü hayatların var olması, kendi hayatımızı iyi görmek adına yanıltıcı bir etmendir.
Son olarak Benatar’ın, “Acıyla Dolu Bir Dünya” bölümünden söz etmek yerinde olacaktır. Benatar burada, dünya üzerinde var olan acıların tahmini bir tablosunu gözler önüne sermektedir. Son bin yıl içerisinde, 15 milyon insan doğa felaketleri sonucunda öldüğü düşünülür. Her gün 20.000 insan açlıktan ölmektedir; 840 milyon insan ise, yetersiz beslenmeden mustariptir.
Hastalıklar, insanlığın temel kötülükleridir. 541-1912 yılları arasında 102 milyondan fazla insanın veba sebebiyle öldüğü tahmin edilmektedir. 1918 grip salgını, 50 milyon insanı öldürmüştür. HIV virüsü, her yıl neredeyse 3 milyon insanın can vermesine sebeptir. Dğer bulaşıcı hastalıkları da düşündüğümüzde bu sayı, her yıl 11 milyon ölüme ulaşır. Aynı zamanda her sene 3.5 milyon kişi kazalarda hayatlarını kaybetmektedir. Diğer tüm ölümler de buna eklendiğinde, 2001 yılında neredeyse 56.5 milyon insanın öldüğü anlaşılmaktadır. Bu büyük rakam, saniyede 107 milyon insana tekabül etmektedir.
Katliamlar, insan kayıplarının belki de en fazla verildiği vahşi eylemlerdir. Bir uzman, 20. Yüzyıldan önce toplu katliamlarda 133 milyondan fazla insanın öldüğünü tahmin etmiştir. Aynı yazara göre 20. Yüzyılın ilk 88 yılında 170 milyon insan “vurulmuş, dövülmüş, işkence görmüş, bıçaklanmış, yaralanmış, yakılmış, aç bırakılmış ve hayut ölene kadar çalıştırılmış, canlı canlı gömülmüş ya da boğulmuştur”.
Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre; 16. yüzyıldaki çatışmalar sonucunda 1.6 milyon, 17. Yüzyılda 6,1 milyon, 18. Yüzyılda 7 milyon, 19. Yüzyılda 19.4 milyon, 20. Yüzyılda 59 milyon insan öldürülmüştür.
Her sene yaklaşık 40 milyon çocuk kötü muamele görmektedir. Şu anda hayatta olan 100 milyondan fazla kadın ve çocuk, kadın sünnetine maruz kalmaktadır.
İntihar oranları ise oldukça yüksektir. Örneğin 2000 yılında 815.000 insanın intihar ettiği düşünülmektedir.
Bunların neticesinde Benatar şöyle devam eder;
“Harika bir hayat o kadar nadir ki, her bir harika hayata karşın milyonlarca sefil hayat vardır. … En ayrıcalıklı insanlar bile dayanılmaz acılar çekecek, saldırıya ve ya tecavüze uğrayacak, hunharca öldürülecek bir çocuğu dünyaya getirebilir. İyimser kişi, tabii ki bu üreme denilen Rus ruletini meşrulaştırma yükünü taşır. Bu dünyaya çocuk getirmeyi planlayan ebeveynler, tamamen dolu bir silahla Rus ruleti oynamaktadırlar; üstelik namluyu kendi kafalarına değil, potansiyel çocuklarının kafalarına doğrultmuşlardır.”
Benzer bir video içeriği için :