Coğrafi Determinizm Düşüncesinin Gelişimi - NovaSofya

Coğrafi Determinizm Düşüncesinin Gelişimi

Coğrafi determinizm, insan davranışlarının çevresel faktörler tarafından belirlendiğini öne süren ve 2. Dünya Savaşı’na değin oldukça baskın olmuş bir görüştür. Grek ve Romalı filozoflar, insanların doğal koşullar tarafından şekillendiklerini iddia eden ilk isimlerdir. Ksenephon ve Thukydides, Atina’nın karakteristik özelliklerinden bahsederken, onun doğal koşullardan ve bölgenin coğrafi yapısından etkilendiğini yazmışlardı. Strabon da Roma’yı benzer bir şekilde tanımlamıştı. Aristotales, Avrupalılar ile Asyalılar arasındaki farkın iklimsel farklılıklardan kaynaklandığını öne sürmüştü. Ona göre sert coğrafi şartlardan ötürü Avrupa, cesaretli insan modelini yaratırken; Asya’da cesur insan modeli ortaya çıkmamıştı. Oysa ona göre Asya insanı, üstün düşünce yeteneğine ve sanatta kabiliyete sahipti. Antik Yunan dünyası ise bulunduğu ılımlı konumdan dolayı iyi özellikler bahşeden insanları meydana getirmişti.


Strabo’dan Montesquieu’ya kadar soğuk iklimin cesaretli, sıcak iklimlerin ise kurnaz insanı yarattığı görüşü hakimdi. Coğrafyanın insan ve toplum üzerindeki etkileri hususunda Arap coğrafyacıları da sınıflandırma yoluna gitmişlerdi. Örneğin El Cahız, İbn Haldun gibi insanların ve hayvanların ten renginin su toprak ve sıcaklık sebebiyle farklı olduğunu yazmıştı. Türklerin ve Arapların faziletlerine dikkat çekmişti. Fiziki çevrenin, fiziki olmayan faktörlere etki ettiğini iddia etmişti. İmmanuel Kant da insanların kişisel özelliklerinin çevresel faktörlerden kaynaklandığını öne sürdü.


XVIII. yüzyılın önde gelen düşünürü Montesquieu ise coğrafi determinizmin ön plana çıkmasında etkili oldu. Ona göre insanı yöneten birtakım şeyler vardır. Bunlar; din, yasalar, gelenekler, toplumun geçmiş kimliği, çevre vb.’dir. Toplumun belirleyicisi olan çevrenin en temel unsuru o toplumun yaşadığı iklimdir. İklim, toplumda bireylerin mizacını, ahlakını, bireyin topluma uyum derecesini belirler. İnsanı yöneten iklim, yönetimin doğasını oluşturur. Yönetimi oluşturan unsur da toplum yani insandır. İklim insan mizacını ve dolaylı olarak da yönetimi ve yasaları etkiler. Bu bakımdan ortak davranış şekillerine sahip olmalarını sağlayacak fizyolojik özellikleri kazandırır. İklimin ve yer şekillerinin etkilerinden kaynaklı olarak kazanılan fiziksel özellikler ve mizaç, farklı iklimlerde yaşayan insanlar açısından değişiklik gösterir. Yönetimin doğasını oluşturması bakımından farklı iklim bölgelerindeki toplumlar; farklı yasalarla, farklı yönetim şekilleriyle yönetilirler. Her toplumun özelliklerinin farklı olmasından kaynaklı olarak yönetimleri de kendilerine özgüdür.


Montesquieu’ya göre doğa ve toplum arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilk kanun doğa kanunlarıdır. İnsanın bulunduğu coğrafyaya göre şekillenmesine örnek olarak Montesquieu, soğuk iklimde yaşayan insanların fizyolojisinden söz eder. Müellife göre soğuk iklim insan vücudundaki liflerin gerginleşmesini sağlar. Liflerinin bu gerginlikten kaynaklı olarak güçlü oluşu hazmı zor olan yiyecekleri dâhi kolaylıkla sindirmelerini sağlamaktadır. Liflerin gerginliğinin diğer bir sonucu ise kanın kalbe akışını kolaylaştırmaktır. Kan akışını düzenleyen bu durum kalbin daha iyi işlemesine ve vücuttaki sıvıların daha dengeli olmasına sebep olur ve soğuğun etkisiyle bedenleri dinçleşir. Bundan ötürü soğuk bölgelerde yaşayan topluluklar genellikle kuvvetli olurlar. Kuvvetli olmalarının sonucu olarak da cesur kimseler olurlar, kendilerine güvenirler ve bu yüzden hileye başvurma gereksinimi duymazlar.


Sıcak iklimler bu durumun tam tersine liflerin ucunu esnekleştirir. Bu durum bu iklimlerde yaşayan toplulukların güçlerini ve esnekliklerini azaltmaktadır. Güçlerinin az olmasından dolayı çekingendirler. Bu sonuç geçmiş savaşlara bakılarak kuzey kesiminde yaşayanların güneyde yaşayanlardan daha cesur ve kuvvetli olmasından yola çıkılarak ortaya konmuştur. Ayrıca bu bölgenin insanlarının lif yapısındaki esneklik sonucu ağır yiyecekleri hazmetmeleri de zorlaşmaktadır.


Bu zevk ve sefaya düşkün olma durumlarında farklılık olduğu gibi acıya karşı dayanıklılıklarında da farklılıklar görülmektedir Sıcak iklim bölgelerinde, sıcaklık ciddi anlamda çok yüksek olduğundan insan bedeni halsiz düşer. Bu halsizlik ve yorgunluk hali bu bölgedeki insanların ruhlarına tesir etmektedir. Bu ruh hali de o bölgede yaşayanlarda ne bir istek ne bir çabalama hali ne de cesaret ve mertlik hali bırakmaktadır. Bunun sonucu olarak da eylemlerinde pasifleştikleri görülmektedir. Pasif hallerinden mutlu olurlar. Mevcut mutlu durumlarını sarsmamak için de risk almadıkları görülür.

Carl Ritter


XIX. yüzyılda Antropolog Carl Ritter (1779-1859), coğrafi determinizmin antropolojik formunu ortaya atar. 1817’de yayımlanan Dünya Bilimi adlı eserinde Carl Ritter, dünyayı Tanrı’nın bir tasarımı olarak görür. Ona göre coğrafyanın asıl amacı, insan ile doğa arasındaki etkileşimi ortaya çıkarmaktır. Eserinde de insanoğlunun tarihi ile yaşadığı zemin arasındaki ilişkinin görülmesini amaçlamıştır. Böylece Ritter, insanlığın ve insanın karakteristik özelliklerinin, Dünya organizmasının bir parçasını oluşturan unsurlar olduğunu ve içindeki tüm parçaların bu şekilde birbirine bağlı olduğunu savunur. O tam anlamıyla coğrafi determinizmin savunucusu olmasa da insanın içinde bulunduğu coğrafi şartların insan gelişimi üzerinde etkilerini vurgulamıştır. Buna örnek olarak onun Türkmenlerin fizyolojisine dair iddiası gösterilebilir. Ritter’e göre Türkmenlerin küçük ve çekik gözlü, göz kapaklarının şişkin olması çöl koşullarının organizma üzerinde açık bir etkisidir


Ritter’e nispeten coğrafi determinist olarak nitelendirilebilecek bir diğer bilim adamı Friedrich Ratzel’dir (1844-1904). Determinizm akımı onun coğrafya alanında yaptığı çalışmalarla büyük hız kazanmıştır. İki ciltlik Antropogeographie adlı eserinde, fiziki çevrenin insan üzerindeki tesirini ortaya koymuştur. İnsanların yeryüzünde grup oluşturma biçimlerini, bu grupların yeryüzünde dağılışını ve göçlerini inceleyen Ratzel, genetik oluşumları bir tarafa bırakarak insanı dış çevreye bağlı olarak ele almıştır. İnsanı fiziki çevrenin bir ürünü ve tabiatın etkisinde hayatını idame eden bir canlı olarak gören Ratzel, insanın fiziki çevrenin kurallarına boyun eğdiği sürece hayat mücadelesinde başarılı olabileceğine inanmaktadır.
Ratzel, çevresel determinizm görüşünü açıkça savunduğu Politische Geographie isimli eserinde, çevre ile siyasi birimler arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. Söz konusu eserinde Ratzel, devleti canlı bir organizma gibi ele almıştır. Organik Devlet Teorisi olarak bilinen görüşe göre devlet, bir canlı gibi doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür. Böylece Ratzel, devletlerin gelişmeleri ve hâkimiyetlerini devam ettirmeleri için yeni sahalar kazanmayı gerekli görmüş, bunun bir biyolojik zorunluluktan kaynaklandığını savunmuştur (Akengin, 2013: 37). Bu bağlamda Ratzel, insanın diğer canlılar gibi fiziki çevrenin kanunlarına göre hayatını sürdüren bir varlık olarak görmüş, insan karşısında çevrenin üstünlüğü savunmuştur


Charles Darwin’in Türlerin Kökeni’nde ortaya attığı doğal seçilim teorisi, determinizm konusunda yeni bir çığır açmıştır. Darwin, doğal dünyada düzen mekaniğinin nasıl çalıştığını açıklayarak, insanlığın doğal dünyanın işleyişini daha net bir şekilde anlamasını sağlamıştır. Darwin’in hipotezinde önemli olan, her organizmanın uyması gereken çevresel koşullara uyum sağlaması ve var olma mücadelesiydi, aksi takdirde bu tür ortadan kalkacaktı. Bununla Darwin, esasen insan-çevre denklemini doğal bir bilim yasasına bağladı; insanlığın doğal koşullardan kaçamayacağını gösterdi. Ancak Darwin’in ehemmiyeti, çevresel determinizme katkılarından çok, biyolojik determinizm hususundaki iddialarıyla ilgiliydi.

Bir yanıt yazın