İbn-i Haldun ve Coğrafi Determinizm
İnsan içerisinde bulunduğu doğal koşullardan ne denli etkilenir? Coğrafya kader midir? İbn-i Haldun’un coğrafyanın insan üzerine etkisine dair düşünceleri nelerdir? Toplumlar, tarihsel süreçte neden farklı gelişim aşamalarından geçmiştir? gibi sorular, tarih boyunca muhtelif filozoflar, bilim adamları, araştırmacılar tarafından irdelenmiştir. Günümüze değin yapılan kapsamlı incelemelerin sonucu, insan, toplum ve doğa üçgeninde tahakküme varan bir ilişkinin olduğu sonucuna ulaştırır. İnsan ve toplumlar, tarihin neredeyse her evresinde doğanın boyunduruğu altında yaşamış ve ona uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. O halde bu tablo insanoğlu için kaçınılmaz bir kader midir? Meseleye İbn Haldun ve onun düşünceleriyle başlayalım.
Asıl ismi Ebu Zeyd Abdurrahman olan İbn Haldun, soyu Yemen Araplarına dayanan köklü bir aileye mensuptur. 1332’de Tunus şehrinde doğmuş, çocukluğunu burada geçirmiş, önemli âlimlerden dersler almıştır. Merini sultanlarının hizmetinde bulunmuş, sarayda mühürdarlık, haciblik, kâtiplik ve vezirlik görevlerini yürütmüştür. Bir süre Fas, İfrikiye, Tilemsen ve Gırnata’da ikamet eden İbn Haldun, 1374– 1378 yılları arasında Mukaddime’yi kaleme almıştır. Tunus’ta bir süre kaldıktan sonra Mısır’ın Kahire şehrine gider. Kahire’de ilmi tedrisatın yanı sıra daha çok kadılık görevinde bulunur. Ömrünün kalan 24 senesini burada geçirir ve 17 Mart 1406 tarihinde Kahire’de vefat eder. Böylece İbn Haldun, Endülüs’ten Mısır’a kadar olan geniş bölgede yaşaması ve devlet kademelerinde çeşitli görevlerde bulunması sayesinde farklı toplumsal ve siyasi olayları gözlemleme imkânı bulmuştur.
İbn Haldun’un felsefi ve tarih literatüründe bu denli önemli olmasının nedeni, onun bir tür coğrafi determinizm vurgusudur. Mukaddime adlı eserinde İbn Haldun; insan ve çevre etkileşimi, devlet ve ulusların yayılışı, göçebe ve yerleşik kültürlerin genel özellikleri, kır ve şehir hayatı, nüfus gibi çeşitli konuları coğrafi açıdan irdelemiştir. İbn Haldun, bahsi geçen konuları delilleri ile birlikte ele almış ve bu durumu etkileyen coğrafi faktörleri de izah etmiştir. O, söz konusu eserde sadece beşeri hususları ele almaz, bu hususlara etki eden dış faktörleri de izah eder. Örneğin, yeryüzünün uygarlık bölgelerini genel hatlarıyla inceler ve bu bölgelerde iklimsel faktörlerin insan ve uygarlığın gelişimini etkilediğini öne sürer.
İbn Haldun’un coğrafya ve beşer ilişkisine dair görüşlerinin temelinde İslam dini yatmaktadır. Nitekim ondan önceki Gazali, Kindî, Mesudî gibi İslam alimleri tabiat ve insan ilişkisini incelemişlerdir. Bazı alimler bunu kader ile ilişkilendirmiş, bazıları da illiyet kavramını kullanarak daha felsefi bir açıdan yaklaşmışlardır.
İbn Haldun’un deterministik görüşlerini inceleyecek olursak, meselenin özünde insanın olduğunu görürüz. İnsan, doğrudan çevresi ile bütünleşen, yaşadığı bölgenin coğrafi koşullarından etkilenen bir varlıktır. İbn Haldun, Mukaddime’de insanı ele alırken ona bu noktadan yaklaşmıştır. Örneğin yeryüzünü yedi iklim bölgesine ayırmış ve bu bölgelerdeki toplumların gelişmesinde iklimin öneminin bir hayli fazla olduğunu vurgulamıştır. Müellife göre iklim şartları insanları fiziksel, ruhsal ve ahlaki açıdan etkilemekle beraber, bir beşer ürünü olan uygarlık, devlet, şehir ve kasabaların dağılışını ve gelişimini belirlemiştir.
İbn Haldun tabiat ve insan bağlamında, yedi iklim bölgesini genel manada üç grupta ele alır. Birinci grupta uygarlığa elverişli olan 3. 4. ve 5. iklim bölgeleri bulunmaktadır. Bu bölgeler, insan için en uygun iklim koşullarını barındırmaktadır. Yine 2. ve 6. iklim bölgeler nispeten uygarlığa elverişli ve insan doğasına uygundur. Güneydeki 1. ve kuzeydeki 7. iklim bölgesi ise uygarlığa elverişli olmayan ve toplumsal hayatın gelişmediği sahalardır. Yine bu sahaların nüfusu ve şehirleşmeleri, bulundukları iklim koşullarıyla paralel ilerlemektedir. İklim şartlarının en uygun olduğu yerlerde uygarlıklar daha iyi gelişir. İbn-i Haldun’a göre uygarlıkların gelişimine en elverişli koşullara alanlar dördüncü iklim kuşağındadır; yani Akdeniz adaları, Endülüs, Güney İtalya, Mezopotamya, Maveraünnehr havalisi vb. orta kuşaktır.
Bu bölgelerde yaşayan toplulukların her biri, kendi karakteristik görünüşlerini yansıtmaktadır. Sıcaklık ile insanın ten rengi arasında sıkı bir ilişki vardır. 1. İklim bölgesi insanlar siyahi bir ten rengine sahip iken 7. bölgede yaşayanlar, güneşin etkisinin az olması dolayısıyla oldukça açık bir renge sahiptirler. Bu bağlamda insanların dış görünüşleri genetik kalıtımdan ziyade, coğrafi şartlarla ilişkilidir. Bununla birlikte iklimin sadece dış görünüş ile ilgisi bulunmamakta, aynı zamanda insanların ruh hallerini de etkilemektedir. İbn Haldun’a göre iklimin temel elemanlarından olan sıcaklık ve nemli hava insanların vücutlarında birtakım değişimlere yol açarak, insanı dolaylı olarak mental ve duygusal yönden etkilemektedir. Bu bağlamda sıcak ve soğuk iklimlere sahip bölgelerde; sahil, dağ ve yüksek kesimlerde yaşayan insanlarda birtakım duygusal farklılıklarının olduğunu ileri sürmüştür. Örneğin zenciler; işlerinde hafif ve aceleci ayrıca zevk ve keyfe fazla düşkündürler. Hatta onlar, dans etmeye çok düşkündürler ve bu nedenle her duydukları müziğe göre dans etmeyi severler. Çünkü ekvatoral bölgelerde sıcaklık, siyahilerin fizyolojik ve karakteristik yapılarına işlemiştir. Bu özelliklerinden dolayı, İbn Haldun, siyahilerin bir çok yerde “ahmak” olarak nitelendirildiklerini ifade etmektedir. İbn Haldun’a göre bu durumun temel sebebi sıcaklığın insan bünyesi üzerindeki etkisidir. Zira sıcaklık, havayı ve buharı genişletir ve atomların içine nüfuz ederek sayılarını artırır. Söz konusu durumun en güzel örneği hamamlarda müşahede edildiğini yazan İbn Haldun, hamamların sıcak havası, insanların ruhlarına girerek, bedende bir ferahlama ve keyiflenme hissi verdiğini yazmıştır. Böylece sıcak iklimlerde yaşayan insanların bedeninde sıcaklığın tesiriyle bir gevşeme durumu ortaya çıkar. İbn Haldun’a göre işte bu nedenle hamamlara giren insanlar, sıcaklığın tesiriyle neşelenir ve mutluluğun verdiği his ile şarkı söylemeye başlarlar. Siyahilerin, yukarıda ileri sürülen zevk-ü sefa düşkünlüğünün, İbn Haldun’a göre temeli budur.
İbn Haldun’u bir determinist olarak değerlendirmemize neden olan bir başka bir görüşü de beslenme türünün insanı fiziksel, ruhsal ve ahlaki açıdan etkilediğini öne sürmesidir. Nitekim İbn Haldun’a göre vücuda alınan gıda ile insanın fiziki ve zihinsel yapısı arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu bakımdan gıda maddesi bakımından verimli ovalarda yaşayan, kırlarda yaşayan göçebeler ve şehirde ikamet eden insanlar arasında bolluk ve beslenme açısından farklılıklar gözlemlenmektedir. Beslenme alışkanlığında görülen söz konusu farklılıklar, insanların vücut yapılarına, zihinlerine ve mizaçlarına tesir etmektedir.
İbn Haldun’a göre hayatın her alanında bir değişim ve başkalaşma söz konusudur. O’na göre ulusların, cemiyetlerin gelenek ve görenekleri; devlet ve şehirlerin durumu istikrarlı bir süreç izlemez. Tarihi ve beşerî olaylar zamanla değişime uğrar. İbn Haldun’a göre bu değişimler ve başkalaşımlar rastgele meydana gelmez. Bilakis, bu değişim ve başkalaşımlar belli yasalara göre gerçekleşmektedir. Örneğin, bedevi Arapları sahrada yaşama sevk eden temel etken develerdir. Çünkü çöl koşullarına uyum sağlamış olan develer, çöl bitkileri ile beslenmektedir. Bu bakımdan uzun süre çöllerde yaşamalarından dolayı, çöl şartları bedevilerin adet ve alışkanlıkları haline gelmiş, bu durum onların doğasına ve huylarına işlemiş ve onları vahşileştirmiştir.