Türklerde Hükümdarlık Alametleri
Hükümdarın Otağı
Otağ ve Bayrak birbirinden ayrılmayan kelimeler olarak görülür. Çin kaynaklarında Türklerle ilgili olarak “bayraksız otağ, otağsız da bayrak olmadığı” anlayışı mevcuttu. Bu otağlar bayraklı karargah olarak da kullanılmaktadır. Toplumdaki derecelerine göre çadırlar bu düzene ve disipline göre halka halka bu hakan çadırının etrafına dizilirdi. Kurultay sözü de bu kurulumdan gelmektedir. Bu otağın renkleri de bir anlam ve sembol içermektedir. Kağanların çadırı Göktürklerde ve Uygurlarda altın otağ deyimi kullanılırdı.
Hükümdarın Sarayı
Aslı eski Farsça’da ‘srada’(ev) olan saray kelimesi X. yüzyıldan itibaren Türkçe’de de kullanılmaktadır. İslâm devletlerinde saray, hem hükümdarın ailesiyle birlikte yaşadığı özel alan, hem de devlet işlerinin görüldüğü yer olarak ana merkez konumundadır ve genellikle dört eyvanlı bir avlu etrafında şekillenmiştir. Diğer bir yapılanma özelliği de kare veya dikdörtgen bir avlunun bir cephesini oluşturan binalar topluluğudur. Törenlerin gerçekleştirildiği avludan başka bir kabul odası, hükümdarın yaşadığı kısım bütün saray düzenekleri içinde yer alır.
Taht
Eski Türk geleneğinde tahta çıkmak olurmak yani oturmak fiili ile anlatıyor. Göktürk kağanlarının tahtları önemli ve meşhur iken, Uygurlarda Kağan yerine İlig ünvanı ve hükümdarın önemi ticaret ve barış halinde olduğu zamanlarda önemsizleşmesi ile beraber taht anlayışı da önemsizleşmiştir. Buda dininin etkisiyle taht budanın tahtına benzetilmiştir.
Orun kelimesi makamı ve mevkiiyi ifade ediyordu. Bu sebeple tahta bazen orunlug, ya da ornag gibi ifadeler verilmişti. Tör deyimi de şerefli yer anlamında kullanılıyordu. Bu anlayış daha sonra Harezm şahlarda da görülmektedir. Ev törü ifadesi evin şerefli yeri anlamındadır.
Türk tahtları altından ve merdivenli oluyordu. 576’da İstemi’yi ziyaret eden Bizans elçisi Zemarkhos onun tahtından bahsediyor, tahtın altından dört aslan üzerine oturtulduğunu ifade ediyordu. Türk kağanları ipekli bir döşek üzerine oturuyordu. Turfan Uygurlarında Hanların tahtı da bu şekildedir. Uzun zaman Arslan Han lakabını kullanmışlardı. Dede Korkut kitabında da Kazan Beg’in altın tahtından bahsetmesi bizler için bir bilgi kaynağıdır. Tahtın sağında ve solunda küçük masalar ve sandalyeler bulunuyordu. Buralara protokol gereği hatunları, oğullar, akrabaları ile devletin ileri gelenleri oturmaktadır. Baş Hatun çoğu zaman taht üzerinde veya özel bir şekilde yaptırılmış bir oturma yerinde oturup, kağana kadeh sunuyordu. Herkesin önünde küçük masalar bulunuyor ve bu masalarda yiyecekler ve içecekler bulunuyordu.
Taht, İslamın kabulü ile de önemli bir figür ve hâkimiyet alametleri arasındadır. Hükümdarlık tahta oturmakla başlardı. Önemli törenler, toplantılar sırasında hükümdar tahtında bulunur, sefere çıkarken de yanında götürürdü. Tac ise, hükümdarlığın tahtan ayrılmayan, olmazsa olmaz maddi hâkimiyet sembollerindendir. Nitekim Halife Kâim Biemrillâh, siyasî gücü Tuğrul Bey’e devrettiği Bağdat’taki tören sırasında onu bir tahta oturtmuş, ayrıca ona tac giydirmişti.
İslam Öncesi Dönem
Otağ (hakan çadırı), örgin (taht), tuğ, davul, kotuz (sorguç) ve yay.
Ele geçirilen bölgelere hükümdarlık alameti olarak içinde örgin bulunan bir kale saray şeklinde yapı yaptırılıyordu. Bunlarda hükümdar oturmasa bile sembolik olarak bölgeye hakimiyetin kurulduğu anlamı geliyordu. Tahtlar altından yapılmaydı.
Kanat eliglerine, küçük kağanlara, şadlara ve diğer yüksek devlet adamlarına tuğlar verilirdi. Göktürk, Uygur, Türgiş ve ihtimal Karluklarda tepesine altın bir kurt başı takılmak suretiyle belirlenirdi.
Köbrüge yani davul da hakimiyet belgesidir. Kotuz veya sorguç hükümdarlık sembolü idi, börke takılan küçük bir tutam yabani sığır ya da at kuyruğu kılı ya da tüydü. Türk prens mezarlarında miğfere raptedilmiş madeni sorguçlarda vardır.
Yay’da hakimiyet sembolüdür. Devlet başkanları törenlerde hususi hükümdarlık yayı taşıyorlardı. Hanlar tahta geçiş törenlerinde yayı bir keçeye yada bir kalkan üzerine koyarak göğe kaldırılması bir adetti.
Hanın belirli zamanlarda devlet ileri gelenlerine ve halka törenlerle ziyafet vermesi de hükümranlık icabıdır.
Türk İslam Devletlerinde Hükümdarlık Alametleri
Manevî unsurlar, lâkaplar ve hutbe olarak gözükürken, maddî unsurlar ise, sikke, hil’at-tırâz, menşûr, bayrak, saray, taht, tac, çetr, nevbet, başkent, ğâşiye, yüzük, altın kemer, altın toka, altın kabzalı kılıç ve altın eğerli at gibi çeşitli bölümlere ayrılmaktadır.
Hutbe
Cuma günü halife ve sultana hutbede dua edilmesi, hilâfetle ilgili hususlardan olup, sadece İslâm mülkünün alametlerinden alınıp, halifelere ait eski bir gelenektir.
Hutbelerde halifenin isminin ardından hükümdarın adının okunması ise bağımsızlık göstergelerinden kabul edilmektedir. Bu itibarla Karahanlı hükümdarlarının adlarına hutbeler okunduğu bilinmektedir. Yusuf Kadir Han oğlu Şerefu’d-Devle Ebû’ş-Şucâ Arslan Han adına Kaşgâr, Hoten ve Balâsâğûn’da hutbe okutmuştur.
Alp Arslan, Tuğrul Bey’in ölümünden sonra ortaya çıkan saltanat mücadelesine son verdikten sonra Rey’e gelerek amcası Tuğrul Bey’in sarayına yerleşti. Yapılan muhteşem bir cülûs merasiminden sonra, kendi adına para bastırıp hutbe okuttu. Halife, Alp Arslan adına 27 Nisan 1064 yılında Bağdat’ta hutbe okuttu.
Sikke
Melik el-Mansur Keykubad dönemi, Anadolu Selçukluları sikkesi. Basım yeri Tokat, Gümüş
Tahta çıkan hükümdarın hutbeden sonra ilk işi, bağımsızlığın ve hâkimiyetin sembolü olarak para bastırmak ve bu arada İslâmî meşrûiyetin gereği olarak kendi adı ile ünvan ve lakaplarından önce dönemin halifesinin adını parada zikretmek idi.
Para bastırma bir yönüyle maddî, diğer yönüyle de hükümdarlığın manevî unsurudur. Vasal hükümdarlarda, hutbede olduğu gibi bir sıra takip ederler, sikkelerde önce halifenin ikinci olarak bağlı olduğu hükümdarın, son olarak da kendi ad, ünvan ve lakaplarına yer verilirdi.
Hilat
Hükümdarların hil’at tevcihi çok eski bir adet olup İslâmiyetten evvel Bizans ve Sâsânîler’de de mevcut idi. İslâm dünyasına girmesi Emevîler zamanında olmuş Abbâsîler’in ilk devirlerinden itibaren hilâfetlerinin yıkılışına kadar devam etmiştir. Abbâsî İmparatorluğu’ndan ayrılan coğrafi sahalarda kurulan ve Abbâsiler’in siyasî ve idarî müesseselerini devam ettiren muhtelif İslâm ve Türk devletleri de zaman ve mekâna göre bazı ayrılıklar göstermekle beraber bu adeti devam ettirmişlerdir.
Menşur
‘Menşûr’ kelimesi sözlükte; ‘yaymak, dağıtmak, kitabı basıp yayımlamak, diriltmek’ anlamlarına gelen ‘nşr’ kökünden türemiş olup ‘dağılmış, yayılmış’ demektir. Herkese duyurulmak, açıklamak ve yayılmak amacıyla yazıldığı için belgelere menşûr denilmiştir. Halife, kendisini İslâm aleminin maddî ve manevî sahibi ve hâkimi addettiği için kendisine ait bölgedeki hükümdarı, cismani işlere vekil yapmasından dolayı müsaadeyi hâvî menşûr vs. hükümdarlık alametleri vermesi tabii görülmekteydi. Hükümdar ğâsıb da olsa halifeden bu emanetleri alırdı. Hükümetleri halife tarafından tasdik edilir ve kendilerine saltanat menşûru, hil’at, bayrak vs. gönderilirdi. Bunun sebebi de İslâm memleketinin, Müslümanların imamı olan halifenin meşrû mülkü addedilmesi idi; bundan dolayı halife kendisine ait olan bu yerleri kendi müsaadesiyle tevcih etmiş olurdu. Halifenin menşûru olmadan devleti idare eden bir İslâm hükümdarı, gayr-ı meşrû olarak o makama sahip olmuş telakki edilir ve gâsıb addolunurdu. Bu tarz, daha sonraları Abbâsîler’in zayıf zamanlarında dahi câri olmuştur.
Çetr
Çetr
Çetr Türkçe’ye Farsça’dan geçen ve ‘şemsiye, çadır’ anlamına gelen ‘çetr’ kelimesinin aslı Sanskritçe ‘çhattra’ (gölgelik, siper) kelimesidir. Çetr (mizalle), ‘hükümdar sefere veya alayla bir yere giderken başı üzerinde tutulan, onların renk ve sembollerini taşıyan özel şemsiye’ye denir. Bir mızrağın ucunda küçük bir kubbe şeklinde açılan bu saltanat şemsiyesi, atlas veya altın sırmalı kadifeden yapılırdı ve tepesinde ‘altın top’ denilen bir alem bulunurdu. Müslüman-Türk devletlerinde çetr hâkimiyet alameti olarak yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Karahanlı hükümdarları kırmızı renkte çetr taşırlardı. Karahanlılarda çetrin (kubbe) savaş alametlerinden birini teşkil ettiği ve savaş meydanlarında taşındığı bilinmektedir.
Nevbet
Türklerde nevbet, Hunlar ve Göktürklerden itibaren hâkimiyet alameti olarak benimsenmiş ve bu gelenek Osmanlılara kadar devam etmiştir. Nevbet geleneği İslâmî devirde kurulan Türk devletlerinde de devam ettirilmiştir. Ortaçağ Türk ve İslâm devletlerinde nevbet çaldırma savaş dışında bir hâkimiyet alameti olarak önem kazanmış, nevbet sayıları ve vakitleri birtakım kurallara bağlanmış, bu kurallara uymayanlar merkezi otoriteye, halifeye ve sultana isyan etmiş kabul edilerek cezalandırılmıştır.
Selçuklu Sultanları, Tuğrul Bey’den itibaren hâkimiyet alameti olarak saray ve ordugâhlarda günde beş defa namaz vakitlerinde nevbet çaldırmışlardır. Selçuklular’da sadece başşehirlerde ve sultanın bulunduğu otağlarda değil, aynı zamanda hükümdarın gıyabında Bağdat’taki hükümet konağı önünde de nevbet çalınmıştır. Irak valisi Ebû Saîd el-Kâinî, Tuğrul Bey’in ölüm haberi kendisine ulaşıncaya kadar Bağdat’ta sultan adına nevbet çaldırmaya devam etmiştir. Tâbi hükümdarlar ise büyük sultanın izniyle nevbet çaldırmışlardır. Sultan Aplarslan 1066 yılında Ahvâz âmili Hezâresb’in kendisine haber vermeden nevbet çaldırmasına öfkelenmiş ve bu uygulamanın hemen durdurulmasını istemiştir.
Tuğlar ve Bayraklar
Bayrağın önemli bir yeri vardı. Bağımsızlık bayrakla belirirdi. Bayrak direkleri göğün direğiydi. Komutanların ve boy beylerinin itibarları bayraklarının şekline ve sayısına göre tayin ediliyordu. Uğur ve başarı dalgalanan saçaklarına görülüyordu. Eski Türklerde bayraklarının tepelerinde oturan kurt ve kartal sembolleri ile hatırlanıyordu. Savaşlarda ve barışlarda farklı farklı renklerde bayraklar kullanılırdı.
Tuğlar daha çok resmi bir anlam ifade ediyordu. Rütbe ve vazifeleri tuğlar gösteriyorken, bayrak kutsal bir anlamı vardı. Dinsel kökenleri vardı. Gök mavisi şeklinde olması da buradan göğe atıf olmasını ifade ediyordu.
Eski Türklerde davullar vurulur ve tuğlar, bayraklar dikilirdi. Kurbanlar kesilir bu kesilen hayvandan sorguç yapılırdı. Törenlerle komutanların tuğları takdim edilirdi. Bu gelenek sonraki zamanlarda da devam ederek süregelmiştir. Çinliler dahi Orta Asya halklarına yeni tahta çıkış olduğunda tuğ ve davul göndermiştir. Osmanlılara kadar bu gelenek bozulmadan süregelir.
Türk İslam Devletleri’nde Bayrak
İslâmiyet’ten önce de bayrak kullanan Arap kabilelerinde bu âdet Hz. Peygamber ve ilk halifeler devrinden başlayarak daha da kuvvetlenmiştir. Selçuklular İslâm devletleriyle sıkı münasebetlerde bulunmalarına rağmen, Oğuz törelerine sadık kalarak eski kabile bayraklarını muhafaza etmişlerdir. İlk Selçuklu bayraklarının üstünde ok ve yay alâmetinin bulunduğu tahmin edilebilir. Fakat Tuğrul Bey’den başlayarak Abbâsîler’den diğer hâkimiyet alâmetleriyle birlikte siyah bayraklar alan Selçuklular’da çeşitli bayrak ve sancakların kullanıldığı bilinmektedir. Malazgirt Muharebesi’nde Alparslan’ın üzerinde kelime-i şehâdet yazılı büyük bir sancağı vardı. Anadolu Selçuklularında İbn Bîbî Kâhta’nın fethinden bahsederken buraya dikilen sancağın siyah renkte olduğunu söylemekte ve eserinde muncuk, perçem, bayrak kelimelerini sık sık kullanmakta, hükümdarın resmî siyah bayrağı için “sancak, sancak-ı sultânî” gibi tabirlere yer vermesi dikkati çekmektedir.
Hükümdarın Tacı
Göktürk Sanatında Taç
Hükümdarların taç giymesi çok sık görülen bir durum değildir. Daha çok İran kültüründe görülmektedir. Hükümdarlar börklerine takılmış sorguçlar ile süslemektedirler. Demirden miğferlerinde dahi sorguç şeklinde süsleri bulunmaktadır.
Veliahdlık
Türk devletlerinde veliaht göstermek adeti bulunmaktadır. Teginler arasında yaş olarak büyük olmasındansa liyakat olarak ön plana çıkan veliaht konumundadır. Bu durum Osmanlılara kadar devam etmiştir. Bu durum her ne kadar liyakati ön plana çıkarsa da dönem dönem taht için yaşanan mücadeleler devleti parçalanmaya itebilmektedir. Şehzadelerin yaşı küçük ise eğer tahta amcaları geçebilmektedir.
Türk İslam Devletlerinde Veliahdlık
Halife ve hükümdarların kendilerinden sonra tahta geçmek üzere belirledikleri kişileri ifade eder. Veliaht terimi “veliyyü ahdi’l-müslimîn” (müslümanların yönetim sorumluluğunu üstlenen kişi) terkibinin kısaltılmış biçimidir. Veliahtlar hükümdarın oğlu veya kardeşi olabileceği gibi hânedanın diğer mensupları arasından da seçilebilirdi.
Bağdat Abbâsî hilâfetinin yıkılışına kadar halifelik veliaht tayini usulüyle Abbâsî ailesinde devam etti. Aynı şekilde Endülüs Emevî Devleti, Fâtımî ve Mısır Abbâsî halifeliklerinde de halifeler bu usulle iş başına geldi.
Başta Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular olmak üzere müslüman Türk devletlerinde de aynı usul benimsendi. Ancak Türkler arasındaki İslâm öncesi hâkimiyet anlayışı sebebiyle veliaht tayinleri taht kavgalarını engelleyemedi.
Memlükler’de bir sultanın tahtı ele geçirebilmesi, aralarında soy bakımından bir üstünlük bulunmayan diğer Memlük emîrlerine karşı kazanacağı siyasî ve askerî başarılarına bağlıydı. Memlük sultanları kendilerinden sonra oğullarını veliaht tayin etme yoluna gittilerse de bu çoğu zaman ya kabul görmedi yahut veliaht başa geçmesinden bir müddet sonra güçlü emîrler tarafından görevden uzaklaştırıldı.