Kadın Haklarının Doğuşu ve Türkiye’de Kadın Hareketleri - NovaSofya

Kadın Haklarının Doğuşu ve Türkiye’de Kadın Hareketleri

Kadın hakları düşüncesi nasıl ortaya çıktı? Hobbes, Hegel, Rousseau gibi düşünürler feminizm in doğuşuna ne gibi katkıda bulundular? Osmanlı Devleti’nde ilk kadın hareketleri nelerdi?

Antik Çağ’da, bir istisna olarak, Mısır, Hindistan ve Helen diyarında kadınlar toplumsal iş bölümünün bir parçası olup, sosyal yaşantı içerisinde aktif bir şekilde rol almaktaydılar. Nitekim Mezopotamya’da kadınların ticaret hayatında etkin bir rol oynamışlar, Mısır’da, kanunlar önünde erkeklerle eşit haklara sahip olmuşlar ve Hindistan’ın erken dönemlerinde çeşitli alanlarda eğitim alabilmişilerdir. Fakat kadınların toplumsal yaşantıda sosyal ve politik rolleri, bölgeden bölgeye değişmektedir. Örneğin antik Yunan’da, kadınlara vatandaşlık hakkı verilmemekteydi. Buna rağmen, özgür ve soylu bir şekilde yaşayabildikleri muhtelif tarihçiler tarafından kaydedilmişti. Kadınların çoğu sosyal yaşantıdaki özgürlüklerine rağmen, politik yapının içerisine dâhil olamamaktaydılar. Aristotales dahi, “İyi Bir Eş Üzerine” adlı eserinde, “Kadınların kamu işlerine dahil olmamaları gerektiği”ni yazmıştı. Sadece soylu kadınlar, politikaya dâhilolabilirdi[1]. Antik dönemin toplumsal yapısına genel bir bakışla, kadınların kısıtlı haklara sahip olduğunu söylemek mümkün olmaktadır.

Roma ve Bizans uygarlıklarında ise durum büsbütün değişmiş idi. Sosyal hayatta cinsiyet eşitsizliği bir hayli artmıştı. Nitekim söz konusu uygarlık dönemlerinde kadınların hukuk önünde hiçbir nüfuzları yok idi. Yüksek rütbeli memurlar, halkın içerisindeki sıradan kadınlar ile evlenemiyorlardı. Ataerkil düzen, bir hayli yerleşmiş ve kadın ev içerisine hapsedilmeye başlanmıştı.

Esasında kadının hane içerisindeki rolü, prehistorik dönemlere dek dayanıyordu. Özel mülkiyetin henüz meydana gelmediği erken dönem komünist yapıda, ev işlerinin yönetimini kadınlar idare etmekteydi. Bununla birlikte besin maddeleri de erkekler tarafından temin edilmekteydi. Bu, toplumsal olarak zorunlu, kamusal bir endüstri idi. Fakat vaziyet, ataerkil ailenin doğuşu ve tek eşli aile yapısı ile birlikte değişmeye başlamışdı. Ev idaresinin yönetimi kamusal özelliğini yitirdi ve özel bir hizmet haline geldi. Böylelikle kadın, özel hizmetin içerisine hapsedilerek, toplumsal üretime katılmaktan dışlandı ve ev hizmetlisi haline geldi[2]. Bu olumsuz süreç, Aydınlanma dönemine dek tüm Avrupa yaşantısı üzerinde etkili oldu.

Kadın Haklarının Düşüncesinin Doğuşu ve Kadın Hareketleri

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yıkılmasına dair ilk düşünceler, XVII. Yüzyılda filizlenmeye başladı. Aydınlanmanın etkisiyle gelişen özgür düşünde ortamında, köleliğin kaldırılması, genel oy hakkı, mülkiyeti olmayanlar için haklar ve kadın hakları gibi her türlü fikir tartışılabilmekte idi. Bu yüzyıl içerisinde, aydınlanma filozofları tarafından kadın hakları konusunda ilk defa eşitlikçi söylemler doğmaya başladı. Hobbes, kadın ve erkeğin doğa durumunda eşit olduklarını ve kadının, erkeğin sahip olduğu hakların tümüne ortak olduğunu ortaya attı. Ona göre; Toplumsal Sözleşme ile birlikte aile ve evlilik, politik bir karakter kazandı ve aile içi ilişkiler toplumsal normlara göre düzenlendi. Sivil topluma geçişle birlikte ailenin reisliği ve dolayısıyla aile bireylerinin sivil toplum nezdinde temsili babaya geçti. Böylece erkek, ev reisliği boyutunu aşarak, ailenin “sivil (politik) toplum”daki sahibi ve efendisi haline geldi.

Hobbes

Hobbes’un kuramına göre evlilik ilişkisi, aslında sivil toplumda kimin hangi rolü üstleneceğini belirleyen politik bir ilişkiydi. Erkekler kamusal alanda birbirleriyle toplumsal sözleşme yaparak sivil topluma geçerken, kadınlar özel alanda evlilik yoluyla kocalarıyla sözleşme yaparak onların uyruğuna girdiler. Dolayısıyla Hobbes’un yaklaşımında devletin, politik otoritenin, pozitif hukukun, vatandaşlığın, hak ve yükümlülüklerin yer aldığı sivil toplum içinde, kadının yeri yoktu. Bu yönüyle Hobbes’taki siyasal düşünce, eril karakterliydi. Bununla birlikte Rousseau’da da benzer bir düşünce hâkimdi. Rousseau’ya göre sivil toplum içinde aile birliğinin resmi sıfatını taşıyan erkek, kadına sadece zevki için bağlıyken, kadın zevke ilaveten ihtiyacı için de erkeğe bağlıydı.[3] “Bir kadının kendisini bağımsız hissetmesine izin verilmemeli ve kadın doğal kurnazlığını kullanabilsin diye, korkutularak yönetilmeli ve erkek ne zaman rahatlamak isterse, ona tatlı bir arkadaşlık sunacak alımlı bir nesne olsun diye, koket bir köleye dönüştürmeli” idi. Rousseau, tüm bunları yazarken, söz konusu fikirlerinin doğaya dayandığını iddia etmekteydi[4]. Kısacası yeni oluşmaya başlayan burjuvazi liberal fikirler, kadınların haklarını yok saymakta bir beis görmüyorlardı.

Hegel

Kadının sosyal yaşamdaki durumuna dair Hegel’in görüşlerini de incelemek zaruridir. En başından söylemek gerekir ki, Hegel’in sivil toplum tartışması içinde kadının rolüyle ilgili görüşü, yukarıdaki sözleşmeci düşünürlerden çok farklı değildir. Onun siyaset felsefesinde kadının yeri, kurgusundaki üç etik alandan birisi ve en yalını olan aile içinde formüle edilmiştir. Aile ilişkilerini aşarak sivil toplumsal alana, oradan da devlete varanlar sadece erkeklerdir. Kadınlar, tarihsel olarak kendilerini dış dünyaya taşıyacak olan akıl potansiyeline sahip olamadıklarından, aile içinde kalırlar. Hegel’de sivil toplum ve devlet, aklın bir ürünü olarak gelişir. Akıl ise erkeğin sahip olduğu bir güçtür. Kadın duygusal, erkekse akıllı bir varlıktır. Kadın doğası, yakınlığı, doğallığı, özveriyi, şefkat ve sevgiyi barındırırken; erkek doğası, evrenselliği, uzaklığı, özgürlüğü, bencilliği ve ayrışmayı içerir. Bu nedenledir ki kadının doğası, onun aile ile sınırlı kalmasını sağlarken, erkeğin doğası devleti gerçekleştirmesine ve yaşamını kamusal alanda sürdürmesine yol açar. Kadınlar, aile yaşamını aşıp, kamusal alanda varlık gösteren “kavgacı bir ruha” hiçbir zaman sahip olamazlar. Oysa erkekler, isteklerini, arzu ve tercihlerini politikleştirerek, bunlarla bir iddia sahibi olurlar. Netice olarak kadınlar, kamusal alanda farklı istekler taşıyan, bu doğrultuda özgürlük peşinde olan bir özneye dönüşemezler[5].

Fransız İhtilali’nin hemen ardından, devrimci kadınlardan Olympee de Gourges, 1791 yılında dönemin kraliçesi Marie-Antoniette’ye ithaf ettiği kadın hakları ile ilgili bir bildiride şöyle demişti: “Kadın özgür doğar ve erkekle eşit haklara sahip olur. Temel olarak bugün, egemenliğin ilkesi, kadınla erkeğin birleşmesinden başka bir şey olmayan millettedir. Kanun önünde eşit olan bütün kadın ve erkek vatandaşlar, kabiliyetlerine göre ve faziletleriyle, yeteneklerinden başka hiçbir ayrıma uğramaksızın bütün yüksek onurlara, yerlere, kamu görevlerine eşit olarak kabul edilmelidirler. Kadın darağacına çıkma hakkına sahiptir. Yargıçlar kuruluna da yükselme hakkına sahip olmalıdır. Kadınlar, uyanınız[6]!”

Mary Wollstonecraft tasviri

Kadın Hakları hususunda bütünüyle eşitlikçi bir yaklaşımın ikinci bir örneğini, 1792 yılında İngiliz yazar ve düşünür Mary Wollstonecraft verdi. “A Vindication of the Rights of Women” (Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi) adlı eserinde erkek egemenliğinin kadınlar üzerinde yarattığı sonuçları inceleyip, ataerkil yapıyı rasyonel bir şekilde eleştirdi. Bununla birlikte eşit eğitim hakkı talebini güçlü bir şekilde savundu.

Bu esnada, kadınların Amerikan devrimine etkin katılımları, onlara hem özel hem de kamusal rollerinde yeni bir benlik duygusu kazandırmış, anayasanın yazımı ve onaylanması sürecini çevreleyen tartışmalar da, radikal bir cumhuriyetçi ideolojinin doğmasına ve siyasal alandan dışlanmış bazı grupların bu ideolojinin verdiği esinle onun sınırlarını zorlamalarına yol açmıştı. Nitekim “kurucu babalar”dan John Adams’ın karısı Abigail Adams ona yazdığı mektupta, “Hanımları unutmayın” diye seslenerek kadınların siyasal topluma katılma hak ve taleplerini dile getiriyordu. ABD’deki duruma benzer biçimde İngiltere’de de kadınlar 1832’de kendileri için oy hakkı talep ettiler ama verdikleri dilekçeleri dikkate alan olmadı. Tam tersine, kadınların oy kullanamayacağı yasaya geçirildi. Fransa’da, 1848’de “genel oy” hakkı yalnızca erkeklere tanındı. Almanya’da kadınların feminist bilinci, Alman milliyetçiliğinden etkilendi ve kadınlar Alman birliğinin ateşli savunucuları oldular. Ama 1850’de birçok yerde kadınların siyasal toplantılara katılımını yasaklayan yasalar kabul edildi[7].

Amerika’daki ilk feminist hareketler

XIX. yüzyılda kadınların eğitim kurumlarında kabul görmeye başlamaları bu dönem feministlerinin elde ettiği büyük bir başarıdır. 1870’de kadınlara ilk kez üniversite kapılarını açan İngiltere’yi 1880’de Fransa, 1890’da ise Almanya üniversiteleri izlemiştir. Kadınların lisansüstü eğitime başlamaları ise 1920 yılında Amerika’da açılan bir doktora programı ile gerçekleşmiştir. Böylelikle yüksek eğitim gören kadınlara birçok mesleğin kapıları da aralanmaya başlamıştır. I. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda eğitim hakkına ek olarak politik alanda da olumlu gelişmeler yaşanmış, kadınlar 21 ülkede oy kullanma hakkını elde etmişlerdir. Ayrıca bu yıllarda “Uluslararası Kadın Konseyi”, “Kadın Oy Hakkı Birliği” gibi büyük feminist örgütler savaşın önlenmesini kadınların ve kadın emekçilerin haklarının savunulmasını hedeflemiştir. Uluslararası Kadın Konseyi feministlerinin mücadelelerine yön veren düşünceler, kadının insan olarak onurunu ön plana çıkarmak ve kişilik haklarını tanımak olmuştur[8] .

Türkiye’de Kadın Hareketleri

Terakki-i Muhadderat

Cumhuriyet öncesi dönemde Osmanlı kadınları, Tanzimat Fermanı’nı müteakip dergi ve gazeteler çıkartarak, çeşitli toplantılar düzenleyerek ve dernekler kurarak kendi kamusal alanlarını yaratmaya başlamıştır. Kadın dergileri ile kendilerini birey olarak ifade etmiş, sorunlarını dile getirmişlerdir. 1869 yılında ilk kadın dergisi olarak nitelendirilebilecek Terakki-i Muhadderat çıkarılmıştır. Dergide dönemi ve kadının konumunu eleştiren çok sayıda mektup yer almıştır. Rabia imzalı mektupta kadın yeniden tanımlanmış, hâkim söylem eleştirilmiştir: “Şurasını iyi bilmek gerekir ki ne erkekler kadınlara hizmetkâr, ne de kadınlar erkeklere cariye olmak için yaratılmıştır… El ve ayak, göz, akıl gibi vasıtalarda bizim erkeklerden ne farkımız vardır? Biz de insan değil miyiz? Yalnız cinsimizin ayrı oluşu mu bu halde kalmamıza sebep olmuştur? Bunu hiçbir sağduyu kabul etmez…” 1886 yılında yayın hayatına başlayan Şükûfezar dergisi ise yalnızca kadınların çıkardığı, sahibi kadın olan ilk kadın dergisidir. Derginin yayın amacı kadınların varlığını kamuoyuna duyurmaktır. İlk sayısında bu amaç şöyle ifade edilmiştir: “Biz saçı uzun aklı kısa diye erkeklerin hande-i istihzasına hedef olmuş bir taifeyiz. Bunun aksini ispat etmeye çalışacağız. Erkekliği kadınlığa, kadınlığı erkekliğe tercih etmeyerek şâhreh-i sa’y ü amelde mümkün olduğu kadar pâyendâz-ı sebât olacağız.” Bu yıllarda birçok dergi ve gazete yayınlanmaya devam etmiştir. Bunların içinde başyazarı ve yazı kadrosunun çoğu kadın olan “Hanımlara Mahsus Gazete” 1895’te yayın hayatına başlamış, 1908’e kadar 13 yıl devam etmiş en uzun süreli kadın dergisidir. Dergi kadının, iyi anne, iyi eş rolünü reddetmemekle birlikte, konumunu sorgulamış erkeklerle kıyaslamıştır. Hanımlara Mahsus Gazete’nin yayın hayatının sona ermesinden sonra II. Meşrutiyet’e kadar dikkat çeken bir dergi olmamıştır. II. Meşrutiyetle birlikte kadın dergilerinin sayısında bir patlama yaşanmıştır. Demet, Mehasin, Kadın, İnci, Diyane, Süs, Kadınlık, Erkekler Âlemi, Siyanet, Seyyale, Kadınlar Âlemi, Hanımlar Âlemi ve Kadınlar Dünyası gibi çok sayıda dergi yayınlanmıştır[9].

Kadınların eğitimine dair, 1869 yılında yayımlanan “Maarif’i Umumiye Nizamnamesi” ile zorunluluk getirilmiştir. 1870 yılında ise ilk kız öğretmen okulu “Dar’ül Muallimat” açılmıştır[10]. Kadınların eğitilerek meslek hayatına kazandırılması amacını taşıyan “Cemiyet-i Hayriye-i Nisvan” 1908 yılında Selanik’te kurulmuştur. Dernek kadınların eğitimini temel amaç edinmiş, bu kapsamda okullar açmış, kız okullarındaki eksiklikleri gidermeyi hedeflemiştir. Yetim ve yoksul kız öğrencilere yardımı dernek programına almıştır 1914 yılına gelindiğinde ise kadınlara has ilk üniversite “İnâs Darülfünunu” tesis edilmiştir.[11].

Dar’ül Muallimat

I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında kadınlar, toplumsal işbölümünün ve Milli Mücadele’nin mühim bir parçasını oluşturmuşlardır. Bu dönemde kadınlar tarafından düzenlenen mitingler, halkın bilinçlenmesinde rol oynamıştır. Cumhuriyetin tesis edilmesini müteakip Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki yeni devlet, Medeni Kanun’un kabulü ile birlikte kadın haklarına dair büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Medeni Kanun’un tam anlamıyla, kadın özgürleşmesinin bir belgesi olduğu söylenebilir.


[1] Kay O’Pry, “SocialandPoliticalRoles of Women in Athens and Sparta”, Saber and Scroll: Vol. 1, 2012, s. 8.

[2]Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Mustafa Tüzel, İstanbul, 2018, s.62.

[3] Ahmet Mutlu, “Niteliksel Bağlamda Kadının Siyasetteki Yeri ve Anlamı”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9, 2017, s. 28.

[4] Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, Çev. Deniz Hakyemez, İstanbul, 2018, s. 39.

[5] Ahmet Mutlu, a.g.e., s. 29.

[6] Aslı Yapar Gönenç, “Fransa’da ve Türkiye’de Kadın Hareketleri”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 27, 2006, s. 67.

[7] Fatmagül Berktay, “Kadınların İnsan Haklarının Gelişimi ve Türkiye”, Sivil Toplum ve Demokrasi Konferans Yazıları, s. 7-8.

[8] Duygu Alptekin, “Sokaktan Akademiye: Kadın Hareketinin Kurumsallaşma Süreci”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 26, 2011, s. 36.

[9] Berna Yürüt, “Tanzimat Sonrası Osmanlı Kadın Hareketleri ve Hukuki Talepleri”, TBB Dergisi, 133, 2017, s. 378-380.

[10] Aslı Yapar Gönenç, a.g.e., s. 75.

[11] A.g.e., s. 384.

Bir yanıt yazın