Evlenmek ‘ya da’ Evlenmemek: Kierkegaard’a Göre Bütün Mesele Bu
Soren Aabye Kierkegaard… Kopenhag’da varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının etkisiyle katı bir dini eğitim aldı. 8 Mayıs 1837’de bir arkadaş buluşmasında ilk defa Regine Olsen ile karşılaştı. O sırada Kierkegaard yirmi dört, Olsen ise on beş yaşındaydı. O günden itibaren Kierkegaard, günlüklerine ona olan aşkını yazmaya başladı. Regine Olsen de kalbinde ona karşı sevgi duygusunun yükselişine şahit olmaktaydı. 1840 yılında ise Kierkegaard için beklenen an gelmişti; Regine’ye olan aşkının onu özgürleştirdiğini hissediyordu. “Regine’m!” diye başlayan mektuplarının birinde şöye yazmıştı:
“Beni, mutlu ya da üzgün olsam da hep seveceğine inandırdığın her an, ruhumu Araf’tan kurtardığını bilmeni isterim”
Kısa bir sevgililik döneminin ardından iki isim birbirleriyle nişanlandı. Ancak Regine’ye olan aşkının alevlendiği dönemlerde Kierkegaard’ın zihnini birtakım sorular meşgul etmekteydi. “Şu hayatta nasıl varolmalı?” sorusu mütemadiyen aklını kurcalıyordu. Bu mesele onun için yalnızca entelektüel ve yahut pragmatik bir dert değil; ruhani bir yükümlülüktü aynı zamanda. Nitekim bu sorunun cevabı, Tanrı’nın huzurunda nasıl yaşanacağına dair bir sonucu da beraberinde getiriyordu.
Regine’ye olan aşkı hiç bitmese bile, zamanla evlilik düşüncesine dair olumsuz görüşleri ortaya çıkmıştı. Kierkegaard, ruhunun karanlıklarını Regine’yle paylaşmaktan endişeleniyor, gelecekteki eşinin hayatını karartmaktan korkuyordu. Ayrıca evlilik, sadece bir sevgi bağı olmaktan ziyade; toplumsal rollerin üstlenilmesine dair bir yükümlülüktü de. Evlendikten sonra hayatı sorumluluklar, görevler ve beklentilerle çevrilecek ve sırtındaki bu yüklerin ağırlığından ezilecekti. Bu yüzden evliliğe dair derin çelişkiler yaşamaya başladı. Nitekim Kierkegaard henüz yirmi iki yaşındayken günlüğüne şunları yazmıştı:
“Asıl mesele, benim için hakiki olan bir hakikat bulmaktır; ömrümü adayacağım ve uğrunda ölmeyi göze alacağım hakikati bulmaktır.”
Genç filozof karar verdi; Regine’den ayrılacaktı. Bunu söylediğinde Regine bu fikre şiddetle karşı çıktı, adeta dişi bir aslan gibi savaştı. Zor durumda kalan Kierkegaard, farklı yollardan amacına ulaşmaya karar kıldı; acımasız ve soğuk bir tavır takınarak Regine’nin kendisinden kopmasını planlamıştı. Böylece kadın kendisini aşağılanmış hissetmeyecek ve ayrılık kararına o da ortak olacaktı. Filozofun bu planı başarıya ulaştı ve iki taraf arasında nişan atıldı.
Kierkegaard’ın verdiği bu karar, ömrü boyunca onun zihninde adeta bir yük haline geldi. Evliliğin sorumluluğundan çekinen yazar, evliliğe dair kararının yükünü sırtlanmıştı. En temel eseri “Ya/Ya da”, bu karşıtlığa dair oldukça kapsamlı önermeler içeriyordu. Evliliğin ve yaşamın doğasına dair şunları yazdı:
Kierkegaard, “Ya/ Ya Da” adlı eserini ikiye ayırmış, ilk bölümde evlilik karşıtı düşüncelerini vurgularken ikinci bölümde evliliği destekleyen fikirlerini sunmuştur. İlk bölümde yaşamı bir coşunun, hazzın ve hissel yoğunluğun dans pisti olarak gören estet kişilik; evlilik ilişkisinde erotik aşkın yitirileceği ve bireylerin özgürlüklerini kaybedeceğini vurgulamıştır:
“İnsan çoğalabileceği bir hayat ilişkisine yakalanmamaya özen göstermelidir. Dostluk zaten bu nedenle tehlikelidir ama evlilik çok daha tehlikelidir. Evli çiftlerin tek vücut olduğu söylenir de, bu epey çapraşık ve muammalı bir lakırtıdır. Bir insan çoğalmışsa, o zaman özgürlüğünü yitirmiştir ve aklına estiğince gezi çizmesi ısmarlayamaz, keyfinin bildiği gibi etrafta sürtemez. Bir karısı varsa zordur; karısı ve çocukları varsa imkansızdır.”
Ona göre “romantik aşkın tadından anlayanlar evlilikten fazla hoşlanmazlar”. Evlilik, insan varoluşunun en harikulade tarafı olan derin bir erotizm olmaksızın kurulur. Evlenen kimse, hücresinde deli gibi oturmuş, zincirlere vurulmuş halde zar zor hareket edebilen ve nişanlanmanın tatlılığını evlenmenin acılığıyla hayal eden kimsedir.
Ya/ Ya Da”nın ikinci bölümü, ilk bölümdeki görüşleri çürütmek için tasarlanmış ve nispeten başarı da sağlanmıştır. İlk bölümde sunulan estet yaşam tarzı, yerine etik yaşam tarzına bırakmıştır. Bu bölümde kişi, kendisini bir sorumluluk olarak ele almalı ve buna göre hareket etmelidir. Bu bölümün kahramanı, estet olan coşkun kişiye öğütler vermektedir. Estet kişi, umutsuzluğa batmış kişidir. Buna göre evlilik çiftler arasında aşkı bitirmemektedir; ancak ilk gün verilen sözün her gün yeniden tekrarlanmasıyla sonsuza taşınabilmektedir. Önemli olan, hayatın belirsizliğine, karmaşasına, söz verilen o başka kişinin bilinmezliğine rağmen yemini yenileyebilmektir.
Bununla birlikte etik kişiye göre evlilik bir karakter okuludur, insan karakterini yüceltmek ve eğitmek için evlenir. Etik kişi şöyle söyler:
“Evlenen erkek bir servet kazanmış gibidir. Kendisine uygun bir yardımcı edinmiştir, bir dayanağı vardır. Bir mülkün çevresinde parmaklık yoksa yağma edilir. Bir erkeğin karısı yoksa yaşamda onun bir amacı yoktur, her zaman yakınır durur.”
Estet kişi “gizem kalmazsa aşkı biter diye korkarken”, etik kişi “ancak o kalmadığında aşkın başladığını” düşünmektedir. En nihayetinde estet karakterin coşkunluğuna dair şöyle söyler:
“Sen ölmekte olan birine benziyorsun. Her gün ölüyorsun, derinlikli, ciddi anlamda, yani insanın bu kelimeleri çoğunlukla andığı gibi değil, ancak hayat gerçekliğini yitirmiş ve sen ömrünün hesabını bir fesih gününden öbürüne kadar tutuyorsun. Her şeyin yanından geçmesine göz yumuyorsun, sende bir etki uyandırmıyorlar ama sonradan bir şey çıkageliyor, seni sımsıkı kavrıyor, bir fikir, bir durum, bir genç kızın tebessümü ve şimdi sen ilgili hale geliyorsun.”
Kierkegaard, yaklaşık 950 sayfalık devasa eserinde evlilik teması üzerinden insan varoluşuna ve bu varoluş sürecinde nasıl yaşanması gerektiğine dair önermeler sunmuştur. Kitabın ismi de bu bağlamda manidardır. “Ya” birini seçersin, “Ya da” diğerini… Kierkegaard seçimi okuyucunun kendisine bırakır: ya evleneceksin, ya da evlenmeyeceksin…