Yazar ve Şairlerin Başucundaki Tuzlu Su: Çapkınlık - NovaSofya

Yazar ve Şairlerin Başucundaki Tuzlu Su: Çapkınlık

“Hayatın esas amacı, kişinin kendisini kadınlara çekici kılmasıdır.”

Aleksandr Puşkin

1- Kierkegaard’ın Trajedisi

“Bir kıza her adımın kendinden geldiğini düşündürecek kadar edebiyat yapmayı bilmeyen kişi, su katılmamış bir acemidir. Bir kadını elde etmek için edebiyat yapmak bir sanat, elden çıkarmak için yapılan edebiyat ise bir sanat şaheseri” diyor Soren Kierkegaard Baştan Çıkarıcının Günlüğü adlı eserinde. Kierkegaard’ın sanatı, çapkınlık yapıp Regine Olsen’i baştan çıkarabilmesiydi. 1840 yılının sonbaharında Kierkegaard, dingin ve sessiz Jutland kentinin bir sokak arasında Regine ile buluştu. Regine ona evinde kimsenin olmadığını söylemişti. Kierkegaard ise bunu bir davet olarak kabul edip, “gözünü oldukça karartıp” sevdiği kadının evine gitti. İkili oturma odasında yalnızlarken Regine oldukça heyecanlıydı. O an Kierkegaard’a piyano çalmaya başladı. Kierkegaard ise sessizce dinliyordu. Ardından notayı kapattı, “biraz da ateşli bir şekilde piyanonun üzerine fırlattı” ve “Ah! Müzik umurumda değil, ben seni istiyorum, iki yıldan beri seni bekliyorum” dedi.

         Bu başlangıcın ardından genç çift evlenmek adına hazırlıklara girişti. Kierkegaard, Regine’nin babasının onayını alıp, onunla nişanlanmıştı. Ancak ters giden bir şeyler vardı, Kierkegaard bu kararından dolayı pişman olmaya başlamıştı. Evlilik, belirli toplumsal rolleri üstlenmeye dair bir söz vermek anlamına geliyordu. İyi bir eş, iyi bir baba olmayı gerektiriyordu. Üstelik düzenli bir gelir kaynağı da sağlamalıydı. Böylelikle Kierkegaard, hayatının ödevler, sorumluluklar ve beklentilerle şekilleneceğini öngörebildi ve Regine’den ayrılmaya karar verdi. Aynı zamanda kendi ruhunun karanlığını, melankolisini de Regine ile paylaşmaktan çekiniyor ve onu bu karamsarlığa itmekten endişe duyuyordu. Onu hala seviyordu, oysa tat veremediği yerde tat almak da istememişti.

         Kierkegaard’ın sanat şaheseri ise Regine’den ayrılma sürecinde meyvesini vermişti. Henüz 18 yaşında olan Regine, çocuksu uysallığını terk edip nişanlısının bu kararına karşın “dişi bir aslan gibi savaştı”. Kierkegaard için buna dayanmak bir hayli zordu. Regine’yi ikna edebilmek için onu kandırmayı seçti. Acımasız bir tavır takındı ve onu kendisinden soğutmak istedi. Böylece Regine kendisini aşağılanmış hissetmeyecek ve ayrılık kararına ortak olacaktı. Kierkegaard, belki de Shakespeare’nin o az bilinen cümlesine aşinaydı;

“Ne Tanrı’nın gazabı boy ölçüşebilir nefrete dönüşen sevgiyle, ne de cehennem kızgındır küçümsenmiş bir kadın kadar!”

Shakespeare

         Kierkegaard’ın temel eseri “Ya/Ya Da” esasında bu ana konu üzerine yoğunlaştı. Evlenmek mi, evlenmemek mi? Bu ikilemin köklerinde daha derin bir sorunsal yatmaktaydı. O da bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine ilişkindi. Kitabının ana perspektifi, estet kişilik ile etik kişiliğin çatışmasıydı. Estet, duyusal deneyimleri ve arzulu bir yaşamı merkezine alan bir kişilikti. Hayal gücünü haz elde etme amacında kullanır, yaşamını coşku ilkesine göre yaşardı. Coşkusunu müzik, tiyatro ve aşkla bulunurdu. Estet kişiliğin temsilcisi olan Baştan Çıkarıcının Günlüğü adlı eserinin kahramanı Johannes, Don Juan’ın imajından doğmuştu. Don Juan, aşk eylemini aynı kadınla birden fazla tekrarlamamaktaydı.

         Estet kişiliğinde Kierkegaard, erotik aşktan yana bir tutum sergileyip, Johannes’i Don Juan imajından doğursa da kendi hayatında Regine’yi ölene dek sevmeyi sürdürdü. Onun çapkınlığı, sunduğu felsefi yapıda yatıyordu ve doğrudan hayattan haz duymayla ilişkiliydi.

2- Puşkin’in Bereketi

         Yaşamöykülerinde çapkınlığa fazlaca yer veren yazarlardan en göze çarpanı, şüphesiz ki Aleksandr Puşkin’dir. Erken yaşlarından itibaren şiirlerini kadınlara atfetmeye başlamış ve Yevgeni Onegin adlı eserinde erotizme ve aşka büyük bir ilgi duyduğunu itiraf etmişti. Hatta Don Juanvari bir yaklaşımla ilgi duyduğu kadınların listesini dahi yayımladı. Bu liste oldukça kabarıktı. Tamı tamına 37 kadından oluşuyordu ve şair, birçoğuyla aşk yaşamaya muvaffak olmuştu. Tıpkı şairin kardeşinin yazdığı gibi, “Puşkin’in gerçek dehası, kadınlarla flört etmedeki yeteneğindeydi”.

Puşkin de bu arzusunu ve yeteneğini reddetmiyordu. Açık bir şekilde “tutkulu kalbinin nasıl büyülendiğini ve tutkunun yoğunluğunda nasıl şiddetle yandığını” yazdı. “Hazzın meyvelerine” ve gece boyu sevişmelere duyduğu özlemi dile getirdi. Hatta onun aşkı, evli kadınlara dahi uzanıyordu. Zamanında St. Petersburg aristokrasisinin bir üyesi olan General Vorontsov’un eşi Yelizaveta’ya dahi büyük bir aşk ve tutku beslemişti. Puşkin’in bu tutkusu, onun Rus sosyetesi arasında kadın düşkünü olarak ünlenmesine sebep olmuştu. Hatta onun en büyük aşkı olan Nataliya Gonçarova’nın ailesi, Puşkin’in bu kötü ününden dolayı kızlarının Puşkin ile evlenmesine soğuk bakıyorlardı. Fakat genç ve kıvrak zekalı Puşkin, onunla evlenmeyi başardı. Nataliya Gonçarova’nın hayatına girişi, onun çapkınlığının sona erişiydi. Puşkin, eşine karşı büyük bir kıskançlıkla ve sahiplenmeyle yaklaşmaya başladı. Hatta bu kıskançlık onun ölümüne neden oldu. Halk arasında, eşi Gonçarova’nın, Fransız Subay George d’Antes ile ilişki yaşadığı söylentileri dolaşınca Puşkin, Fransız subayı düelloya davet etti. Kasvetli bir Petersburg havasında yapılan düello, genç Puşkin’i toprağa sürükledi. Onun çapkınlık serüveni, kan ve gözyaşı ile son bulmuştu.

3- Yesenin’in Talihsizliği

Şairlerden söz etmişken, Rusya’nın en çapkın isimlerinden biri olaran anılan Sergey Yesenin’e değinmemek mümkün değildir. Romantik ve hassas bir kalbe sahip olan bu yakışıklı, karizmatik şair, ayrangönüllülüğüyle ün salmıştı. Sık sık aşık olur ve çabuk soğurdu. Hatta daha on sekizindeyken, evli olmadığı bir kadından çocuk sahibi olmuştu. Dahası, üç yıl sonra Zinaida Reich ile evlendikten sonra, eşi bir oğula gebe iken onu terk etti. Şairin çocuklarını ise Reich’in ikinci kocası Vsevolod Meyerhold sahiplendi. Eşini terk etmesinin müsebbibi, sekreteri Galina Benislavskaya idi. Galina, onu büyük bir tutku ve sadakat ile sevmişti. Onun sevdası o denli büyüktü ki Yesenin’in intiharının ardından, onun mezarı başında silahını şakaklarına dayayıp tetiğe basacaktı.

Tahmin edileceği üzere genç Yesenin, Galina’ya da sadık kalamadı. 1921 yılında Amerikalı dansçı İsadora Duncan ile tanıştı ve bir yıl ilişki yaşadı. İsadora Rusça, Yesenin ise İngilizce bilmiyordu. Anlaşılan ikilinin kullandığı tek dil, beden diliydi. Üstelik İsadora, şairden 20 yaş büyüktü ve Amerika’da oldukça tanınmış bir kadındı. Yesenin, onun gölgesinde yaşamaya katlanamadı. İki yıl süren bir evliliğin ardından, kendini küçük görmesine sebep olan bu ilişkiye son verdi.

Başucundaki tuzlu suya tutkun olan ve onu her defasında yudumlamaktan vazgeçmeyen Yesenin, 1925’de Tolstoy’un torunu Sofya ile aşk yaşadı. Fakat tutkunun yoğun olduğu her ilişkide olduğu üzere, anlaşmazlıkları da yoğundu. Bir yıl süren bu mutsuz evlilik, yerini yeniden yalnızlığa bıraktı. Unutmadan söylemek gerekir ki, İsadora ile Sofya arasındaki sürece şair, bir yasak aşk ve bir gayr-ı meşru evlat daha bırakmıştı. “Bir çok kadın sevdi beni, birden çok daha fazlasını sevmiştim ben de” diye yazdı. Fakat matarasındaki tuzlu su, onun bedenini yaktı. Şaraplar, kadınlar ve yataklarda geçen bir hayat, 30 yaşında bir jiletin keskinliğinde sonlandı. Yüreğindeki şımarık tutkuları dizginleyemeyen Yesenin, bilincinin çatlaklarından sızan karşı konulamaz şarabı tatmaktan kendini alamadı; intihar etti. Hem de “el sıkışmadan ve konuşmadan!”

4- Dostoyevski’nin Tutkusu ve İhaneti

Gelelim Rus edebiyatının iki büyük dâhisi, Dostoyevski ve Tolstoy’a…

İnsan ruhunun kâşifi olarak nitelendirilen Dostoyevski’nin, son eşi Anna Snitnika’ya ölüm döşeğindeyken şöyle demişti:

 “Anna, en üzüntülü ve sevinçli anlarımı seninle bölüştüm. Tek başıma aşamayacağım zorlukları seninle aştım. Ve şunu unutma ki seni büyük bir tutkuyla sevdim. Bir kere bile aldatmadım, düşüncede bile.”

Evet, yazar burada haklıydı. Anna’ya büyük bir bağlılıkla, hatta sapkınlığa yaraşır bir kıskançlıkla ilişkisini sürdürmüştü. Oysa geçmişinde aynı sadakati sergileyememişti.

İçe kapanık, hassas ve duygusal biri olan Dostoyevski, bizzat kendi kaleminden “Normal bir hayat yaşayamayacak kadar ahlaksız olduğunu” yazmıştı. Onun fahişelere ilgisi olduğu iddia edilse de bu oldukça farazi bir iddiaydı. Ancak Dostoyevski en yakın arkadaşını ve eşini acımasız bir şekilde aldatmıştı. Hikaye şu şekildeydi:

 Petraşevskiy toplantılarının bir üyesi olan Dostoyevski, 1849 yılında İmparatorluğa karşı komploya karışmak iddiası ile tutuklandı ve on beş arkadaşı ile birlikte idama mahkum edildi. Ancak infazın gerçekleşmesine günler kala, çarın merhameti sebebiyle, idam cezası yerine dört yıllık bir kürek cezasına mahkûm kılındı. Akabinde Sibirya’nın ücra bir köşesindeki Omsk kentindeki katorga kampına gönderildi. Burada 4 yıl ağır koşullarda çalıştıktan sonra cezasının kalan kısmını tamamlamak için Semipalatinsk’deki Rus ordugahına aktarıldı. Bu yarı kent, yarı köy olan yerleşim yerinde askerlik görevini yapmakla mükellef olan yazar, İsayev adındaki bir gümrük memuru ile dost oldu. Dostoyevski ile İsayev’in dostluğunu ileri boyuta taşıyan unsurlardan biri, İsayev’in karısı ve Dostoyevski’nin ilk büyük aşkı olacak olan Marya Dimitriyevna idi. Yazar, Marya’ya olan “acıma ve yakınlık duygusunun etkisiyle ve gençliğinin bütün ateşiyle sırılsıklam aşık oldu”; zamanla bütün vaktini İsayev-Marya çiftinin evinde geçirmeye başladı. Dostoyevski’nin yüreği yavaş yavaş Marya’ya sahip olmak için yanıp tutuşmaya başlamıştı. Zaman geçtikçe Marya’nın da Dostoyevski’ye karşı hisleri belirginleşmişti. Oysa yakınlaşmaların başladığı sırada İsayev başka bir kasabada iş teklifi almıştı. Dostoyevski’nin ilk büyük aşkı daha başlamadan bitmiş gibi görünüyordu. Taşınma zamanı geldiği gün Dostoyevski ve yakın arkadaşı Wrangel, İsayev’i içki içmeye davet etti. İsayev’i sarhoş olup uyuyakalana dek içirdiler. Plan başarılı olunca Dostoyevski doğrudan Marya Dimitriyevna’nın yanına gitti. Bu durum iki aşığa son kez yalnız kalma olanağı sağlamıştı. Oysa İsayev olan bitenden tamamıyla habersiz bir şekilde uyumaktaydı. kısa bir süre sonra, Ağustos 1855 yılında İsayev öldü. Dostoyevski için beklenen fırsat gelmiş gibi görünüyordu, artık Marya ile evlenmesinde bir sakınca yoktu. Fakat ortada çok büyük bir sorun vardı; Marya, İsayev ile yeni taşındıkları kasabada bir başka erkek ile yakınlaşmıştı. Dostoyevski ilk aşkının ihanetine uğramaktan şüpheleniyordu. Dostoyevski 1855 yazında Marya ile buluştuğunda, onun gönlünde bir başka erkeğin olduğunu öğrendi. Ancak bu durum, Marya’ya olan hayranlığının azalmasına neden değildi. “Ağladı, ellerimi öptü ama bir başkasını seviyordu.” Yazdı Wrangel’e. Lakin hummalı aşk sancıları içerisinde kıvranan yazar, gayesinde başarılı oldu. Marya Dimitriyevna’yı evlenmeye ikna etti. Dostoyevski aynı zamanda Marya’nın üç oğlunu da koşulsuz şartsız kabul ediyordu. Aşkına karşılık bulan maşuk, ruhunda iç gıcıklayan bir mutlulukla günlerini eşiyle geçirmeye başlamıştı. Oysa çok geçmeden bu aşkın yükümlülükleri ağır gelmeye başladı. 1858 yılları dolaylarında Dostoyevski’in zihninde Dimitriyevna ile birlikte yaşama yükünden kurtulma isteği baş göstermişti. Zamanla mektuplarında karısından hiç söz etmez oldu. Wrangel’e mektuplarında artık sadece “ailenin yükümlülüğünü sırtına aldığından ve bunu taşıyıp durduğundan” bahsediyordu. Dahası, bir zamanlar Marya’nın sevgisini arzulayan ve bu yüzden hastalıklı bir aşka düşen yüreğin, 1862-63 yıllarında bir başka kadın için yeniden alevlenmiş olmasıydı. Yazar, kendisinden yirmi yaş küçük olan Apollinaria Suslova ile ilk defa Paris’te karşılaştı ve burada ona aşık oldu. Oysa Suslova özgürlüğüne fazlasıyla düşkün olan bir Rus feminist yazardı. Dostoyevski-Suslova arasında bir ilişki başlasa da, Dostoyevski eşinden ayrılmak istemediği için ayrılık kaçınılmaz hale geldi. Dostoyevski Petersburg’a, ailesinin yanına geri dönmek zorunda kaldı; tabi yüreğindeki Suslova aşkıyla…

Dostoyevski Petersburg’da iken Suslova ile mektuplaşmayı sürdürdü. İkili, 1863 Ağustos’unda Paris’te yeniden bir araya geldi. Oysa Suslova, daha birkaç gün evvel İspanyol Salvador’un kollarının arasında bulmuştu kendisini. Günlüğüne Dostoyevski hakkında şöyle yazdı: “Çok geç kaldın. Ne sen beni ne de ben kendimi tanımışım. Gönlümü başkasına kaptırdım. Hoşça kal, canım!” Günlükteki bu anekdottan önce Suslova, Dostoyevski’i karşılamaya gitmişti. Bu görüşmede Dostoyevski bir gariplik olduğunu sezmiş ve ısrarla Suslova’yı konuşturmaya çalışmıştı. Suslova “keşke hiç gelmeseydin” diye başladı cümleye. Dostoyevski ise bir an evvel ne olduğunu konuşmak için uygun bir yer aradı. İkisi arabaya binip Dostoyevski’nin oteline gittiler. Suslova günlüğüne “yol boyunca elimi hiç bırakmadı, ara sıra sıkıyor, birtakım kasılmalı hareketler yapıyordu” diye yazdı. Otel odasına vardıklarında ise Dostoyevski Suslova’nın ayaklarına kapandı. Kollarını bacaklarına dolayıp sıkı sıkı sarılarak hıçkırdı; hıçkırıklarının arasında bağırıyordu: “Seni kaybettim, bunu biliyordum!”. Daha sonra biraz sakinleşince Suslova’nın sevgilisinin kim olduğunu sordu. “Belki de yakışıklı, genç, dilbaz biri. Ama hiçbir zaman benim yüreğim gibi bir yürek bulamayacaksın onda!” dedi. Sonunda ikili bir kız kardeş ile erkek kardeş gibi yaşayarak yolculuklarına devam etme kararı aldı. Dostyoevski Suslova ile İtalya’nın sokaklarında dolaşırken, eşi ve üvey oğulları Petersburg’un kasvetli havasında yoksulluk ile boğuşmakta; kardeşi Mihail Dostoyevski, biricik kızı Varya’nın ölümüyle sarsılmakta idi.

         Dostoyevski’nin aşık olduğu kadınlar ikisiyle sınırlı değildi. “Kumarbaz” adlı eserini yazdığı sırada onun sekreteri olan, ve yine kendisinden 20 yaş kadar küçük Anna Snitnika’ya aşık oldu. Birlikte öylesine sıkı çalışıyorlardı ki bu durum onların yakınlaşmasına sebep olmuştu. Eser tamamlandığı gün ikili arasında şöyle bir diyalog geçti:

– Sizin tavsiyenize ihtiyacım var.

+ Tabii ki bay mihailoviç yapabileceğim her ne varsa.

– Bir roman yazmaya çalışıyorum ve romanımda korkunç bir karakter var. hapse düşmüş, korkunç bir mizaca sahip, insanları kendine düşman ediyor ve kendisinden çok genç bir kadına aşık oluyor. sizce bir evlenme teklifi kaleme alsam bu gerçekçi olur mu?

+ Evlenme teklifinizi kabul ediyorum

5- Tolstoy’un Libidosu

            Dostoyevski, hayatına giren kadınlara karşı büyük bir aşk besliyordu. Onun esas amacı erotizm ve haz değildi, o insan yüreğinin dipsiz kuyularından fışkıran suların düşkünüydü; onun meselesi, dizginleyemediği sevgi hissiydi. Bu yönden Tolstoy ile farklıydı. Nitekim Tolstoy’un kadınlara karşı yoğun cinsel arzuları bulunmaktaydı. Özellikle köylü kadınları karşı konulmaz buluyordu. Günlükleri, kendi mülkünde çalışan köylü kadınlara dair fetihlerle doluydu. 21 Nisan 1858 tarihli günlüğüne şöyle yazdı:

“ 21 Nisan 1858, Harika bir gün. Bahçede ve çeşmede köylü kadınlar. Delirmiş gibiyim.”

            Tolstoy yakışıklı bir adam değildi ama büyük bir seks dürtüsü vardı. Eşi Sonya’nın dünyaya getirdiği on üç çocuğa ek olarak mülkündeki köylerde kendisine ait bir düzine çocuğu bulunmaktaydı. Sonya ile evliyken, Aksinya Bazıkina adlı yirmi iki yaşındaki bir kadına aşık oldu. Günlüğüne şöyle yazmıştı: “Hayatımda daha önce olmadığım kadar aşığım. Bugün ormanda. Ben bir aptalım. Canavarım. Yüzünün bronz parlaklığı ve gözleri… Başka bir şey düşünemiyorum.” Tolstoy gerçekten de Aksinya’ya aşık olmuştu fakat onunla hiçbir zaman kavuşamadı. İlk karşılaşmadan çeyrek yüzyıl sonra, köylü bir kızın “çıplak bacaklarını” gördüğünde, “Aksinya’nın hala hayatta olduğunu düşünmekten” mutluluk hissettiğini yazmıştı. Bir diğer deyişle yaşlandığı zaman bile onu sevmeye devam etti. Tolstoy da bu konuda yalnız değildi. Onun kendi mülkünde çalışan serflere aşık olması konusunda, Turgenyev ona kader arkadaşlığı yaptı. O da mülklerindeki köylülerle aşk yaşamasıyla ünlüydü. Hatta bir gayrı meşru çocuğu da bulunmaktaydı. 

            Yazarların aşk hayatı konusunda sadece erkeklerden bahsetmek doğru olmaz. Keza aşk hayatı oldukça yoğun geçen, hatta çapkınlığa tutkun olan bazı kadın yazarlar da bulunmaktır. Anna Ahmatova, Marina Tsveteva, Simeone de Beavuoir bunlardan bazılarıdır. Bu kadın yazarları sonraki yazımızda inceleyeceğiz.

Bir yanıt yazın