Erken Dönem Rus Kilise Tarihine ve Manastır Yaşamına Kısa Bir Bakış
Bilindiği üzere I. Vladimir’in devr-i saltanatında, 988 yılında Hıristiyanlık Rusya’da kabul görmüş bir din aline gelmişti. Bizans Ortodoksluğunun yoğun tesiri altında Vladimir, Rus halkını kitleler halinde Hıristiyanlaştırmaya zorlamıştı. Eskiden pagan putlarının bulunduğu yerlere yeni kiliseler inşa edilmesini emrettirdi. Bizans’ın gönderdiği metropolit, piskopos, papaz ve keşişlerin etkisi altında mimarlar tarafından Bizans modeline göre kiliseler ve manastırlar kurulmaya başlandı. Yeni kurulan Rus Ortodoks Kilisesi, doğrudan Konstantinopolis Patrikhanesi’ne bağlandı. Dönem içerisinde, en iyi ailelerin çocukları alınıp yeni benimsenen Hıristiyanlık dinini öğrenmeleri için eğitildi. Bununla Hıristiyanlığı yeni kabul etmiş Ruslar, yerli bir ruhban sınıfı oluşturmayı amaçlamıştı. Kiev’i müteakip knezliğe bağlı diğer şehirler de Hıristiyanlığı benimsemeye başladılar. Böylelikle X. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Ruslar, yoğun bir şekilde Hıristiyanlaşmaya başladılar.
Bizans İmparatorluğu’nun dini etkisi dahilinde Konstantinopol Patrikhanesi’nden atanan metropolitler Rus dini yaşantısını şekillendirmekteydi. Rusya üzerinde Altın Orda tahakkümü devrinde ise Rus ruhani çevreleri, Türk-Tatarların muhtelif dinlere karşı olan toleransından faydalanmış ve çeşitli imtiyazlar elde etmişti. Aynı dönemlerde Bizans İmparatorluğu ve Bulgaristan’dan Rusya’ya gelen keşişler, Doğu Hıristiyan kültürünün etkisini bir hayli yaygınlaştırmıştı. Bu vesileyle Rus hukukunun ilk metinleri de Bizans ve Bulgar Hıristiyanlığının tesiri altında kalmıştı. Russkaya Pravda, Vladimir ve Yaroslav’ın Kilise Kanunları ve bunların kaydedildiği Kormçaya Kniga’larda dini hükümlerin oldukça fazla olması, bu etkiyi gözler önüne sermektedir. Hatta Rusların ilk kroniği olan Povest Vremennıh Let (Geçmiş Yılların Hikayesi), sosyal yaşantıdaki paganist ve vahşi geleneklerin, Hıristiyanlık dini ile “temizlendiğini” yazmıştı.
Rus Ortodoksluğunun iç yapısından bahsedecek olursak, bu noktada Ortodoksluğun geleneklerinden biri olan ve Ruslar tarafından oldukça önemsenmiş bir hususa değinmek ilgi çekici olacaktır. Bu husus, manastır geleneğidir. Doğu Ortodoks geleneğine göre kişinin ruhunu kurtarmanın tek yolu vardır; bu da manastır hayatı sürmekten geçer. Bu geleneğe göre keşişler dünyevi hayattan ve kaygılardan arınarak manastır hayatına çekilmeli ve manevi bir yaşam sürmelidir. Bununla birlikte, XIV. ve XV. yüzyılda Rusya’nın içerisinde bulunduğu ahval manastır hayatını çekici hale getirmiştir. Nitekim Doğu Avrupa sahasındaki Moğol tahakkümü ve Rus knezlerinin kendi aralarındaki mücadeleleri insanları güvenli yerlere sığınmaya itmiştir. Aynı zamanda sadece savaşlar değil, o devirde Rusya’yı kasıp kavuran ve nüfusunun neredeyse yarısını yok eden Kara Veba da manastır hayatının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Öyle ki Rus kroniklerinin bildirdiğine göre salgın sebebiyle Rus şehirlerinde “muazzam bir ıstırap mevcuttu ve pazarlar ile sokaklarda sadece ağlayanların ve inleyenlerin sesleri vardı”. Bu menfi tablo içerisinde Rus ruhanileri ve halkı, Julyen takvimin son yılı olan 1492 senesinde dünyanın sona ereceğine inandılar. Bu görüşü paylaşan halk kitlelerinin, dini bir yaşamı tercih etmesi muhakkaktı. Tüm bu koşullar dolayısıyla halk, manastırlara akın etmekteydi. Hatta kaynakların verdiği malumata göre anneler, yeni doğmuş bebeklerini manastırların kapılarına bırakmaktaydılar.
Rus manastırı denildiğinde tek tip bir manastır yaşantısından söz etmek olanaksızdır. XV ve XVI. yüzyıl Rusya’sında iki tür manastır tarzı mevcuttur. Bunlardan ilki, senobitik yani keşişlerin müşterek yaşamını yansıtan manastırlardır. Burada keşişler, hayatlarını birlikte idame ettirirler ve ihtiyaçlarını komünal bir şekilde karşılarlardı. Daha sonraları Athos Dağı aracılığıyla yaygınlaşan yeni bir manastır düzeni yaygınlaşmıştı. “Skete” yahut “skit” düzeni olarak bilinen bu manastır biçiminde iki ya da üç keşiş birlikte yaşıyor ve ihtiyaçlarını dışarıdan bir yardım almadan gideriyorlardı. Ancak bu skit tarzı manastır yaşantısı müşterek yaşamın bir öncülü idi. İki ya da üç keşişin münzevi yaşantısından etkilenen diğer kimseler manastıra gelip katılacaklar ve böylelikle geniş bir manastır kitlesi oluşacaktı. Skete yaşamını benimseyen keşişler, belirli ayinlerde ve dini yapılara dair inşaat işlerinde ortak bir şekilde hareket ederler, ardından kendi iznivagâhlarına çekilirlerdi.
Manastır yaşam biçimine dair çeşitlilik, XV. ve XVI. yüzyıl Rus edebiyatının bir konusu haline gelmişti. Senobitik tarzdaki manastırlar, müşterek yaşamı esas aldığı için toprak sahipliğini de barındırıyorlardı. Buna karşın skete tarzını tercih eden ve aynı zamanda yazar olan keşişler, senobitik manastırcılığa karşı çıkmaktaydı. Nil Sorskiy ve öğrencisi Vassian Patrikyev, Yosif Volotskiy önderliğindeki müşterek ve toprak sahibi manastırlara karşı önermelerini sundukları edebi eserler ürettiler. Tüm bu zıtlık, XV. ve XVI. yüzyılda Rus Ortodoks Kilisesi’nin iç meselesini oluşturmuştu ve bu mesele, edebiyattaki inkişafı beraberinde getirmişti.
Kilisenin dış politikasına baktığımızda ise; teolojik ve hiyerarşik meselelerde Konstantinopolis Patrikhanesi’ne bağlı olan Rus Kilisesi, 1439 yılında gerçekleşen Floransa Konsili’nin neticesiyle kendisini Bizans etkisinden uzaklaştırmaya başladı. Bu dönemden itibaren Rus Kilisesi, Rus knezlerinin ve halefi olan çarların himayesine sığınmaya başladılar. Bu durum, Rusya’daki siyaset-din gerilimini arttırıyordu. Nitekim toprak mülkiyeti meselesi, Rus Kilisesi ile Moskova Knezliği yöneticileri arasında bir karşıtlığa sebebiyet veriyordu. Zira ülkenin muhtelif bölgelerinde kurulan çok sayıda manastır, kendi mülkiyetlerini arttırıyor ve zenginleşiyordu. Örneğin büyük kıtlık dönemlerinde sadece Kirillo-Belozerskiy Manastırı günde 600 kişiyi besleyebiliyordu. Fakat bu büyümenin menfi yönleri, köylülerin aleyhindeydi. Kara topraklarda yaşayan köylüler, manastırların bu zenginliklerinde bir arzu nesnesi haline gelmişti. Böylelikle XV. ve XVI. yüzyıllar, Rus iç siyasetinde kilise-devlet mücadelesinin beşiği haline geldi. Öyle ki bu mücadele, dönem edebiyatının gelişiminde temel itki niteliğine dahi bürünmüştü. Bazı müellifler, kilise-devlet birliğini ve kilisenin toprak mülkiyet hakkını savunurken, diğerleri kilise ve manastırların zenginliğini şiddetle eleştirdiler. Kilise-devlet ilişkisine dair edebiyat alanında verilen eserler, Rus idari teşkilatının sezaropapizm hüviyetine bürünmesinde etkili oldular. Nitekim bunun en belirgin örneği, IV. İvan’ın 1547’deki taç giyme törenindeydi. Bu törende Rus çarının aynı zamanda Ortodoksluğun hamisi olduğu vurgulanıyordu.
Bu koşullarda, 1439 yılındaki Floransa Konsili’nin ardından bağımsız hale gelen Rus Ortodoks Kilisesi 1589 yılında Patrikhane sıfatına yükseltilmişti. İstanbul, İskenderiye, Antakya ve Kudüs patrikhanelerinden sonra beşinci patrikhane statüsünü uhdesine aldı. Bu durum İstanbul Patrikhanesi’ne mali yardım sonucunda elde edildi. Rus Kilisesi’nin konumu Doğu patrikhaneleri tarafından da onaylanınca Rusya’nın Bizans İmparatorluğu’nun varisi ve Ortodoks dünyanın hamisi olduğu kabul edildi. Hatta İstanbul Patriği II. Jeremias (1572-1595) Moskova patriğinin kutsamasını kendi yaptı ve iddiaya göre, Çar’a Filofey’in sözleriyle konuştu: “Eski Roma Apolliniaryan sapkınlığından dolayı düştüğü ve İstanbul olan İkinci Roma, Tanrısız Türkler tarafından ele geçirildiği için, senin yüce Rus Çarlığın Üçüncü Roma’dır”.