Nazım Hikmet ve Cemil Meriç’in Schopenhauer Nefreti
Arthur Schopenhauer… Her zihnin hayran olduğu fakat her bir kalbin nefret duyduğu dehâ. Dehâsı titrek bir mum, kibri onu fırtınalardan koruyan fânus. Bu yüzden annesinin dahi nefretini kazanmış bir mütefekkir; “Katlanılmaz, eziyetli ve külfetli” bir evlat. “Her şeyi iyi bilme, kendisinden başka her yerde hata bulma ve her konuya hakim olabilme hırsıyla etrafındaki herkesi kendinden nefret ettiren” bir bilge.
Johanna Schopenhauer’in oğluna yazdığı mektuptaki ifadeler bunlar. Kendi annesine dahi dayanılamaz gelen bu evlat, tüm çevresine “ayıplanacak her şeyi tüm çıplaklığıyla göstermektedir”. Bu yüzden kimse onun düşüncelerine tahammül edememektedir. Üstelik genç Schopenhauer, fikirlerine yönelik hiçbir itirazı kabul etmeyen biridir ve bu yönüyle tam bir “sinir bozucu” bir kişiliktir.
Ona yönelik hissel eleştiriler sadece annesiyle sınırlı kalmaz; Türk yazın hayatına dek uzanır. Piraye’ye Mektuplar’ında Nazım Hikmet, onun bir “serseri” olduğunu yazar. “Gözlerim dolu dolu yazıyorum. Ağlamamak bazen ne güç şeymiş…” diye başlayan mektubun sonuna iliştirilmiş Schopenhauer’e lanet; bir resmi tamamlayan son bir fırça darbesi gibidir. O dönemde bir yakın dostunun ağır bir hastalığa tutulduğunu öğrenen Nazım’ın “kalbine bir hançer yavaş yavaş saplanmakta”dır. Üstelik dostunun ölüp ölmediğinden de haber alamamıştır. Şüphe duygusunun dalgalarıyla boğuşan Nazım şöyle yazar: “Hayat çetin şey cicim! Hislerini kaybetmeden onu bir balta gibi yarıp geçenlere ne mutlu…”
Henüz 30 yaşında mahpushane köşelerinde mektubunu yazan şair, ne hislerini kaybedebilmiş ne de hayatı bir balta darbesiyle yarıp geçebilmiştir. Oysa okuduğu kitapların satır aralarında, elinde baltası ve yüzündeki mağrur tavrıyla Arthur Schopenhauer “İşte, hayatın anlamı!” nidalarıyla seslenmektedir. Schopenhauer’in refah içerisindeki odalarda yazdığı kitapları, Nazım mahpushane duvarları arasında okumaktadır; öfkesini ise Piraye’sine aktarır: “Schopenhauer serserinin biriydi, canı cehenneme!”
“Kırık bir kalem, soğuk bir oda ve yalnızlık, kağıdın, kalemin ve kainatın ihaneti…” Sene 1955. Cemil Meriç’in denize fırlattığı şişenin içerisindeki not: “Belki şimdi medeniyet dünyasının yüzlerce bilgini, yeni ölüm vasıtaları bulmak azmiyle uykusuz”. Cemil Meriç’in uykularını bölen insanlığın ve yazgının kendisidir. Fikirlerin toz yığını arasında nefessiz kalan yazar, bir parça gökyüzü ışıltısı aramaktadır. Fakat o ışıltıyı hiçbir zaman göremeyecektir. İntihar düşüncesinin ihtişamıyla zihnini meşgul eden yazar şöyle der: “Reyhaniye’nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını, kötü yazılmış naturalist bir romanın esneten teferruatını okur gibi, yıllar yılı seyreden gözlerim, Paris’te kapalıydılar”.
38 yaşında görme yetisini kaybetmişti Meriç. O günden itibaren “ideal bir mutluluk düşünememişti”. Önünde tek bir gaye vardı; Olemp’i bulmak… Oysa Olemp yolunda yürürken dikkatini Ganj kıyıları çekmiş ve Schopenhauer ile Budizm’e yönelmişti. Bir nebze olsa bu düşünce “ruhunu yüceltmişti”. Oysa yolunun üzerinde ölümün soğuk gerçeği durmaktaydı. Herkes ölüme dair kelâmlar etmiş fakat onun ululuğunun karşısında hiçbir komutan, hiçbir düşünür, hiçbir sultan duramamıştı. Cemil Meriç ise “ne erguvanlar içerisinde doğan bir Bizans prensi, ne gururuyla Olemp’i gocunduran bir Titan” idi. O halde “Her şey yalan, herkes yalancı”ydı; Ölüme karşı, ölümün kendisini de barındıran bir bilgeliği bulan Schopenhauer bile. Biçare kalan yazar, günlüğünü Schopenhauer’e dair bir nefret ile süsledi: “Ölümden bucak bucak kaçan, sözde bedbin Schopenhauer’den nefret ediyorum”.
Yararlanılan Kaynaklar:
Rüdiger Safranski, Schopenhauer; Felsefenin Yaban Yılları, Çev. Ali Nalbant, İstanbul, 2015.
Nazım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar, İstanbul, 2016.
Cemil Meriç, Jurnal 1955-1965, C. I, İstanbul, 2015.